Politik olarak AKP iktidarı ve onun tek kişilik yürütme organı olan Cumhurbaşkanı hedefe konulmalı ve bu sefalet ücretinden sorumlu tutulmalıdır. Ama sahne arkasındaki suflörün yani iç ve dış sermaye çevrelerinin rolü asla ikincil plana atılmamalıdır.
Türkiye’de asgari ücretin azami sömürü düzeyinde belirlenmesi bu haftanın en önemli olayıydı. Ama önümüzdeki bir yılın da en önemli sorunu olmaya aday. Seçim olmayan bir siyasi konjonktürde, iktidarın dış politikayı da lehine döndürdüğüne inandığı bir ortamda, siyasi ve sendikal tepkilerin iyice zayıflatıldığı bir dönemde, sermaye ve iktidar alabildiğine fütursuz davranma serbestliğine kavuşmuş gözükmekte.
DİNİ VE FETİHÇİ SALDIRININ GÖLGESİNDE ASGARİ ÜCRET OPERASYONU
Önce 24 Aralık Salı gecesi apar topar Asgari Ücret Tespit Komisyonu toplattırılıyor. O kadar aceleye getiriliyor ki, Mehmet Şimşek kadar hükmü olmadığı zaten bilinen Çalışma Bakanı’nın baskın toplantıdan haberi bile yok; hızla Ankara’ya çağrılıyor ve sefalet ücreti açıklattırılıyor. Niçin bu acele? Çünkü çarşamba günü “başyüce” grup toplantısında konuşacak. Övüneceği bir asgari ücret düzeyini açıklamak için değil, bu sefil düzeyin emekçilere hazmettirilmesini sağlamak üzere...
“Hazmettirme” operasyonunun arkasında her zamanki gibi din istismarı başrolde. Emekçileri bu fani dünyada haline şükretmeye davet ederek (illa her toplantıda bunun dillendirilmesi gerekmiyor) rıza üretme hamlelerine, açıklanan düzeyin hedef enflasyonun üzerinde olduğuna dair bilindik aldatmaca ekleniyor. Gerçi halkın tam bir perişanlık yaşadığı bir dönemde bunlar yeterli olamazdı ama iktidarın bugünlerde bir “kozu” daha var: Erdoğan’ın Suriye fatihi olarak pazarlanması! Bu nedenle RTE Gruptaki sözlerine “Fetih Suresi” ile başlıyor. Böylece din istismarı-fetih masalı-aşırı emek sömürüsü birleşiveriyor. Erdoğan’ın halk kitleleri üzerindeki bilindik efsunlama etkisi, sermayenin sınıf çıkarları adına harekete geçirilmiş oluyor.
Suriye olayıyla büyük bir fırsat yakaladığını düşünen iktidar ve sermaye çevreleri, emekçilerin haklarına çullanmak için hiç zaman yitirmek istemiyorlar. Dinsel ve milliyetçi duyguları istismar etmek zaten siyaset tezgâhından hiç eksik olmaz. Suriye operasyonu, buna alkış tutan emekçi kitlelerin de gafil avlanmasına neden oluyor. Buraya kadar söylenenden çıkarılabilecek ders şu: Emekçi sınıflar haklarını almak istiyorlarsa, din istismarına kapıyı kapatmalıdırlar. Tersinden söylersek, laiklik benimsenmeden sınıf mücadelesi verilemez. Din ve mezhep istismarının siyasete, devlet işlerine ve emek-sermaye arasındaki bölüşüm ilişkilerine karıştırılmasına müsamaha gösterirseniz, daha yalın ifadeyle laikliği benimsemez ve onun mücadelesini vermezseniz, emek sömürüsünün katmerlenmesine katkıda bulunmuş olursunuz. Benzer uyarıyı şoven ve emperyal milliyetçiliğin sistemin egemenleri tarafından pervasızca kullanılması bakımından da yapabilirsiniz.
Siyasal İslamcıların ve sermayenin bu tezgâhlarına düşmeyen emekçiler, kendilerini aydınlanmış sayabilirler. Elbette egemen sınıf ve siyaset boş durmaz: Emekçi çocuklarının İmam Hatiplere ve ÇEDES’li bir yobaz eğitime mahkûm edilmek istenmesi tam da bu aydınlanmanın yolunun tıkanması amacıyladır. Demek ki sadece ücret ve onun etrafındaki konularda hak mücadelesi yeterli olmaz. Emekçiler öncelikle laik eğitim hakkını kararlılıkla savunmalıdırlar. Çünkü hem laik hem de nitelikli eğitim olmadan, emekçiler ne sınıf mücadelesi verebilir ne de çocuklarına iyi bir gelecek hazırlayabilirler. Kuşkusuz mesele eğitimle başlayıp bitmemektedir; mücadele, kamucu ve toplumcu bir devlet yapısının kurulmasını hedeflemelidir.
SERMAYENİN MEYDAN OKUMASI, SINIF İŞBİRLİKÇİLİĞİ OLMADAN OLMAZDI
Bütün beklentilerin ve emekçi taleplerinin aksine iktidarın asgari ücreti açlık sınırı civarında bağlamaya, üstelik bu düzeyi bir yıllık aşınmaya tabi tutmaya nasıl cüret edebildiği üzerinde daha fazla durulmalıdır. Burada iç ve dış sermayeden aldığı güç ve şimdilik arkasına aldığı geçici milliyetçi hezeyanlar tek başlarına açıklayıcı olamaz. Sınıf işbirlikçiliği üzerinden çalışan sendikal düzenin rolü ve siyasi muhalefet boşluğu görülmeden bu açıklamalar yetersiz kalır.
Türk-İş’in asgari ücret görüşmelerine kerhen katılması ve başkanının ağzından “benim hiçbir üyem asgari ücretli değil” diyerek bu sorumluluğu üzerinde gereksiz bir yük olarak görmesi, aslında asgari ücretlilerin ve asgari ücreti fazlaca aşamayan geniş ücretli kesimlerin “müzakerelerde” sahipsiz kalacağının bir ön kanıtı gibiydi. Bu köhnemiş oyun hep tekrarlanır. Bu yıl aşırı aşındırılmış mevcut asgari ücret düzeyi yüzünden sınıftan gelen tepkiler çok canlı olduğu için, Türk-İş “pazarlığı” biraz daha yukarıdan başlatmak zorunda kaldı. 29.543 TL Türk-İş açısından küçümsenecek bir talep değildi. Ancak mesele talep etmek değildi, onun arkasında durabilmekti. Bu irade hiç olmadı ve tüm taraflar bunu biliyordu. Sadece “mutabakatı imzalamama” tehdidininse içi boştu. Ayrıca Türk-İş açıklamasını iki basamaklı yaparak yani önce yüzde 45 enflasyon farkıyla 24.603 TL’ye ulaşıp bunun üzerine yüzde 20 refah payı isteyerek, aslında “hiç olmazsa ilk düzeye çıkılsın” örtük mesajını da vermişti. Ancak bu talebinin dahi arkasında durabilecek durumda değildi.
Türk-İş yönetimiyle ilgili sorun, onun siyasal İslamcı iktidar (ve dolayısıyla sermaye) ile kendisini kader birliği içinde görmesidir. Zaten bu niteliği bilindiği içindir ki sonuçta böylesine bir sefalet ücreti açıklanabilmektedir. Kaldı ki bu tip sendikacılık, toplu iş sözleşmelerinde elde edilen artışlara yakın asgari ücret artışlarından rahatsız olduğunu belli de etmektedir.
Türk-İş’in yaptığı ender olumlu işlerden biri olan “mutfak/gıda enflasyonu” verilerinin dahi son zamanlarda tartışılır olmaya başlaması bir diğer göstergedir. Haziran-Kasım döneminde 6 ayın 3’ünde Türk-İş’in aylık gıda enflasyonu yüzde 1’in altında açıklanmıştır. Haziran ayında yüzde 0 artış civarında kalınmış, Kasımda ise TÜİK’in yüzde 5,1’lik gıda enflasyonuna karşı Türk-İş yüzde 0,64 oranını açıklayabilmiştir. Türk-İş’in Haziran ve Kasım gıda enflasyonları tam da enflasyon farkları ve asgari ücret-açlık sınırı tartışmalarına denk getirilmiştir!
Elbette politik olarak AKP iktidarı ve onun tek kişilik yürütme organı olan Cumhurbaşkanı hedefe konulmalı ve bu sefalet ücretinden sorumlu tutulmalıdır. Ama sahne arkasındaki suflörün yani iç ve dış sermaye çevrelerinin rolü asla ikincil plana atılmamalıdır. Asıl sorumlu sermayenin azgın sömürü ve kâr iştahıdır. AKP iktidarı da sadece siyasi kimliğiyle hatta sermaye sınıfının ve uluslararası sermayenin temsilcisi kimliğiyle değil, aynı zamanda Cumhuriyet döneminin tüm zamanlarının en fazla sermayedarlaşmış iktidarı olarak da hedefe konulmalıdır.
NE YAPMALI?
Türk-İş yönetimi çok sıkıştığı için bir daha Komisyona çağrılmak istemediğini bildirmek zorunda kalmıştır. Son sürecin tek olumlu yanı budur; ama bu kadarı yetmez, bu komisyon tüm işçi sınıfı tarafından reddedilmelidir. Tüm işçi sendikaları konfederasyonlarının katıldığı, sayısal ağırlığın işçi kesimine geçtiği ve grev hakkını da içeren bir yeni yapının kurulduğu kesinleşmeden bu Komisyona katılınmamalıdır. Ayrıca, 6356 sayılı Yasanın 40. maddesindeki teşmil uygulamasının memurları olduğu gibi işçileri de kapsaması mücadelesi verilmeli ve bir işkolundaki toplu iş sözleşmesi sonuçlarının o işkolundaki tüm işyerlerine teşmil edilmesi sağlanmalıdır. Ancak böylece asgari ücretin kapsamı daraltılabilecektir. Bu mücadele, teşmil uygulamasıyla işlevsiz kalacaklarını ve üye kaybedeceklerini düşünen sendika yöneticilerine karşı da verilmek durumundadır.
Çubuğun tam tersine bükülebilmesi için, elbette istikrar programının tüm yükünün sermayeye taşıtılması ve siyasi iktidara siyasi bedel ödetilmesi de şarttır. Her kırılma noktasında mücadele yeniden başlar!