Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Özgür Özel: “Devlet Bahçeli, Öcalan’ı Serbest Bırakmayı Göze Alabilmiş”

Haber Tarihi: 08.11.2024

“TÜRKİYE İYİ OLSUN DİYE DEĞİL ‘BİRİLERİ İKTİDARI KORUSUN DİYE’ BİR BAKIŞ AÇISI VAR”


“KIRMIZI ÇİZGİMİZ, ŞEHİT AİLELERİNİN, GAZİLERİMİZİN GÖZÜNÜN İÇİNE BAKAMAYACAĞIMIZ HİÇBİR ÇÖZÜM ÜRETİLMEMELİDİR”


“BEN O GÖZLERE BAKAMAM, BAHÇELİ NASIL BAKACAK? BİLEMİYORUM”

Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Özgür Özel, Cumhur İttifakının “Kürt sorunu” açıklamaları hakkında, “Devlet Bahçeli, Abdullah Öcalan’ı serbest bırakmayı göze alabilirmiş. ‘Türkiye iyi olsun diye değil, birileri iktidarı korusun’ diye bir bakış açısı var. ‘Kürt sorunu yoktur’ diyor ama ‘Erdoğan’ın kürk sorunu vardır’ diyor. Türkiye’de Kürtler de Türkler de dosttur, ben bu dostluğu önemsiyorum. ben bu dostluğu önemsiyorum. ‘Hedefimiz dost değil, Erdoğan’a yeniden bir post. Oturduğu postu kaybetmemesi’ diyor. Orada bir samimiyet olmadığı çok açık. Biz samimi bir yerden bakıyoruz ve diyoruz ki, ‘Bir sorun konuşulacaksa yeri Meclis’tir. Açık ve şeffaf olunmalıdır ve toplumsal mutabakat sağlanmalıdır.’ Kırmızı çizgimiz, şehit ailelerinin, annelerinin, çocuklarının, eşlerinin ve gazilerimizin gözünün içine bakamayacağımız hiçbir çözüm üretilmemelidir. Birini getirip de apar topar Meclis kürsüsüne çıkarmaya kalktığınızda ben o gözlerinin içerisine bakamam. Devlet Bahçeli nasıl bakacak? Bilemiyorum” dedi.

Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Özgür Özel, Eskişehir’de düzenlenen Yükseköğretim Buluşması’na katıldı. Özel, “Merhabalar, günaydınlar. Bugün üniversite rektörlüğünden itibaren bu kente büyük emekleri olan Yılmaz Büyükerşen hocamızın, hep söylediğimiz gibi ‘Bozkır‘ın ortasında bir cennet yaratan’ Yılmaz Büyükerşen hocamızın ev sahipliğinde, onun himayesinde bir toplantı gerçekleştiriyoruz” ifadesini kullandı. Genel Başkan Özgür Özel, şunları söyledi:

“GÜNDEME RAĞMEN BU PROGRAMI İPTAL ETMEDİM”

“Toplantı elbette Cumhuriyet Halk Partisi’nin ülkedeki tüm sorunları görürken ve tüm sorunlara çare üretirken, nasıl çözeceğini anlatırken ve bu çözümü nasıl gerçekleştireceğini ortak akılla ararken yaptığı toplantılardan bir tanesindeyiz. Bugün Yüksek Öğrenim Kurumu’nun kuruluşunun yıldönümü ve Gölge Milli Eğitim Bakanımız Suat Özçağdaş bu planlamayı yaptığında burada olmak istediğimi, toplantının açılışında bulunmak istediğimi, partimizin bu toplantıya nasıl bir önem atfettiğini vurgulamak istediğimi söylemiştim. Ancak Türkiye’de hemen her gün, her hafta büyük bir çalkantıyla, her gün, her sabah bambaşka yeni krizlerle güne başlıyoruz. Gündem o kadar hızlı değişiyor. Tabii birazdan akademiye de neler yaptığını konuşacağımız, ülkeyi yöneten ya da yönetmeyen, oradan oraya savuran akıl, geçtiğimiz hafta Esenyurt’ta Türkiye’nin en büyük ilçesinde, Türkiye’nin dünyada en tanınmış kentinin en büyük ilçesinde bir Cumhuriyet Halk Partili belediye başkanına kayyum atamaya kalktı. Ve gündem bir anda tamamen oraya kaydı. Biz hafta sonu kampımızı iptal ederek, yasama döneminde bütçe görüşmelerinden önce partimizi kampa alıyoruz ve hem bütçeyi hem partimizin genel siyasetiyle Meclis Grubu’nun uyumunu konuştuğumuz, tartıştığımız ve nasıl bir bütçe dönemi geçireceğimizi, halkın bütçesini nasıl savunacağımızı konuşacağımız kamp yapıyoruz. Onu da iptal ederek İstanbul’a koştuk hep beraber. Merkez Yönetim Kurulu’nu başta ve sonda olmak üzere, Meclis Grubumuzu iki gün üst üste olmak üzere, Parti Meclisimizi yani partinin kurultay dışındaki tüm yetkili organlarını İstanbul’da topladık. Sonunda bir sonuç bildirgesi yayınladık. Bir olağanüstü durumla karşı karşıyayız ve bu durumda olağan davranışlar sergilemek mümkün değil. Ben de bütün programlarımı iptal ettim ve yeni gelişmelere göre programları revize etmeye başladık. İptal etmediğimiz, etmeyi tartıştığımızda hep beraber ‘Bu programı iptal etmemeliyiz’ dediğimiz program budur. Zira bu programın niçin iptal edilmemesi gerektiğini konuşurken, Mustafa Kemal Atatürk’ün Temmuz 1921’de Kurtuluş Savaşı’nın tam ortasında Yunan ordusu Kütahya’dan Ankara’ya doğru saldırıya geçmeye hazırlanırken Maarif Kongresi’ni topladığını hatırladık ve birbirimize hatırlattık. Öyle ki ülke bir kurtuluş savaşının ortasında Başkentin tehdit altında olduğu, düşmanın ilerlediği bir süreçte, Meclisi’n taşınmasının tartışıldığı ve ona karşı çıkıldığı bir tartışma noktasında Maarif Kongresi’ni toplayan irade, en olağanüstü gündemlerde bile millî eğitim konuşmanın, eğitim politikaları konuşmanın ve geleceğe dönük olarak bunlara aklı selimle tartışacak ortamlara zaman yaratmanın bizim kurucu irademizin, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün ve Cumhuriyet’i var eden değerlerin eğitime nasıl baktığının en iyi göstergesi. O yüzden bugün burada bütün ağır gündeme, siyasi polemiklere, büyük tartışmalara, anayasa tartışmalarına kadar varan bu gündeme rağmen bugün Eskişehir’deyiz, sizinle birlikteyiz. Hepiniz hoş geldiniz, hepinize saygıyla selamlıyorum.”

“KAYYUMLARIN HEDEF ALDIĞI ÇOK KIYMETLİ AKADEMİSYENLER ARAMIZDA”

“Maalesef ülkemiz bir adalet ve demokrasi krizi yaşıyor. Böyle bir günde aslında adaleti öğretenler, hukuku öğretenler, demokrasiyi öğretenler, eşitliği öğretenler, yerel yönetimleri öğretenler, güvenlik politikalarını öğretenler, savunma sanayi öğretenler, iletişim öğretenler, yönetişim öğretenler… Bütün ülke modern ve çağdaş bir şekilde yönetilsin diye bunu yapması gerekenleri yetiştirenler, eğitenler ve ömürleri boyunca bu alana hizmet verenler bugün bizimle birlikte. Çok önemli isimler var. Kıymetli rektörlerimiz var. Türkiye’de akademik özerkliğin askıya alınmasının, kayyumların hedef aldığı çok kıymetli akademisyenler var. Hukuki kazanımlarına rağmen bunun yerine getirilmediği çok sayıda akademisyen burada bizimle birlikte. Çok anlamlı ve açıkçası çok başarılı bulduğum bir programın açılış konuşmasını yapıyorum. Katılımcılarıyla, planlanmasıyla ve üreteceği sonuçlar açısından da büyük heyecan uyandıran bir programda sizlerle birlikte olmanın kıvancını yaşıyorum. 43 yıl önce bugün 6 Kasım 1981’de YÖK kuruldu. YÖK, bir askeri darbe ürünü. 1980 darbesinden önce Türkiye’de örneğin dört işçiden üçü toplu sözleşmeli, grevli, sendikal haklara sahip. Özerk üniversiteler, üniversitelerde özgür tartışma ortamları var. Öyle bir sürecin sonunda gelip de siyaseti tanklarıyla ezen, paletlerinin altında ezan, örgütlenmenin her türünü ortadan kaldıran ve düşüncenin her türünü baskı altına alıp her türlü fikrin ortaya çıkmasını bir askeri disiplin altında sindirmeye çalışan anlayış; bu anlayışının gereği olarak ve gelecek tahayyülünün bir organı, mekanizması olarak Yüksek Öğretim Kurumu’nu kurdu.”

“22 YILDIR YÖK’Ü KALDIRMAYAN, KENAN EVREN’İN YETKİLERİNİ KULLANAN BİRİ YÖNETİYOR BUGÜN ÜLKEYİ”

“Yüksek Öğretim Kurumu solu, sosyal demokrasi, sosyalizmi, düşünceyi, demokrasiyi yok edip farklı düşüncelere tahammülü tamamen askıya almış olan tek tip bir düşünce sistemini hedefleyenlerin üniversite tasarımının üst kurulu olarak kuruldu. Kurulduğu andan itibaren ülkemizde temel hedef aldığı akademinin özerkliği idi. Attıkları her adımda bunu kalıcılaştırmayı, kurumsallaştırmayı, her bir üniversitenin özerkliğini yukarıda güya onları koordine edecekmiş gibi olup üzerlerinde bir vesayet makamı olarak hem idari, hem akademik yönden bulunduran anlayışın ürünüydü. Tabii YÖK‘le birlikte rektör, dekan, bölüm, anabilim dalı başkanlarının seçimle değil atamayla saptanmaya başlandığı bir dönem başladı. Tabii ki baktığınızda kendi içinde tutarlı. Sabahleyin kalkıp ülkenin cumhurbaşkanını, başbakanını, milletvekillerini gözaltına alan, tutuklayan, yargılayan, meclisin yerine kendi yapısını kuran, apoletleriyle birlikte yürütmenin başına geçen birisinin rektörleri de anabilim dalı başkanlarını da dekanlarını da ‘Biz atayacağız’ demesi kadar tutarlı bir mesele yok. Ama sonra adım adım demokrasiye geçildi güya. Ama hiç şüphe yok ki askerlerden daha demokratik yönetimlere geçildi. Seçimler yapıldı, her seçimde birçok siyasi parti YÖK’ü kaldırmayı vaat etti. Sonra iktidara gelince YÖK’ün bunca yetkilerle birlikte üniversiteler üzerindeki etkisinden ve siyaseten buralara direktif verme etkisinden vazgeçmek istemedi hiçbirisi. Bunlardan bir tanesi de 22 yıl önce kurulan, ‘erdemliler hareketi’ diye kurulan, yasaklarla ve yoksullukla ve yoksullukla; 3Y ile mücadele etmek için geldiklerini söyleyen, hele hele ilk beş yıllarında liberallerden de, o zaman bizim anlamlandıramadığımız iflah olmaz bir iyimserlikle kredi alan, bu krediyi tepe tepe kullanan bir parti daha ilk seçim bildirgesine de yazmıştı. Yola çıktıklarında ilk 500 günde ne yapacaklarını anlatırken de söylüyorlardı. Güya YÖK’ü kaldıracaklardı. Kenan Evren‘den, darbeci Kenan Evren‘den yıllar sonra gelen ve 1980’den 20 yıl sonra milenyumu, ondan iki yıl sonra iktidarı gören ve ondan 22 yıl sonra halen daha YÖK’ü kaldırmayan ve Kenan Evren’in kendisi için tanımladığı yetkileri kullanan birisi yönetiyor maalesef bugün ülkeyi.”

“ATAMALAR FARKLI BİR NOKTAYA EVRİLDİ”

“Şöyle hatırlatmak isterim ki aslında Kenan Evren’in rektör atayan yönetim anlayışı zaman içinde yapılan iyileştirmelerle farklı bir noktaya evrilmişti. O süreçte ilk önce 1992’de kanuni değişiklikle seçimler geri geldi. Öğretim üyeleri tarafından yapılan seçimde en yüksek oyu alan altı aday ismin YÖK’e bildirilmesi, o altı isimden YÖK’ün üçünü seçmesi, o üç ismin cumhurbaşkanına yollanması, cumhurbaşkanının da bu üçünden birini seçmesi kanunlaştı. Tabii bir öncekine göre bir kazanım ama demokratik bir yarıştan çıkan altı kişiden öyle ilk üçünü falan değil istediği üçünü seçen YÖK, istemediği üçünü veto ediyor aslında. Sonra da cumhurbaşkanı o üçünden birini seçiyor. Tabii geçmiş cumhurbaşkanları o günden sonra bu üçünden ilk başlarda özellikle birinci seçileni, önerilenler içinde en çok oyu alanı atar ama bazen de atamazdı. Örneğin Ahmet Necdet Sezer en çok oyu alan ikinciyi atayınca da kıyametler kopardı. Denirdi ki ‘Vay efendim kararınız siyasidir, kendi dünya görüşünüze göre atama yaptınız, onu yaptınız bunu yaptınız’. Sonra bu iktidarın cumhurbaşkanları geldi. Onlar en yüksek oyu alana baktılar, kendilerinden değilse bir sonrakine baktılar, o da değilse bir sonrakine baktılar. Ve bunu kalıcılaştırdılar. Böyle yapılan seçimlerle de yetinmediler ve 2016 yılında bir Fetullahçı terör örgütünün yani aslında zamanında etle tırnak gibi oldukları, ne istedilerse verdikleri, ‘Aynı menzile farklı hedeflerden yürüyoruz’ diye bir ortak yürüyüş tarif ettikleri kişilerin kendi altlarına verdikleri tanklarla, altlarına verdikleri F-16’larla Meclis’i vurmaları, milleti ezmelerinden, güya ‘Bu yapıyla mücadele edeceğiz’ diye tüm itirazlarımıza rağmen ilan ettikleri olağanüstü halle, o OHAL’deki bir kanun hükmündeki kararname ile rektör atama yetkisini tek başına cumhurbaşkanına verdiler. Biz bunu itiraz ettik, süresi için Anayasa Mahkemesi’ne başvurduk. Anayasayı koruması gereken, gücü anayasadan alan ve varlığını anayasaya borçlu olan, anayasanın en güçlü kurumlarından bir tanesi Anayasa Mahkemesi altı yıl bekledi. Sadece bunu değil tek adam rejimini KHK’larla, OHAL KHK’larıyla, OHAL’de yapılan bir referandumla… Örneğin Brezilya’da yapamazsınız, dünyanın pek çok ülkesinde OHAL varsa anayasa değiştiremezsiniz, çünkü özgürlük ortamı yoktur toplum sözleşmesini değiştireceğiniz sırada. Ve ‘Akademi konuşamıyorken, sivil toplum konuşamıyorken, siyaset baskı altındayken, hak arama yolları kapalıyken anayasa değişmez diyorlar’, çok doğru. Pek çok ülkede bu anayasaya konularak korunmuş bir kaygı durumu. Birçok ülkede de hiç yazmıyor ama kimse de yapmıyor böyle şeyleri. Maalesef bu ülkeyi yönetenler, bu ülkeyi OHAL şartlarında bir anayasa değişikliğine, referanduma, o referandumla OHAL şartlarında bir baskın seçime ve OHAL’de aldıkları KHK yetkisi ile bu ülkenin gelecekte nasıl yönetecekleri ile ilgili her şeyi kanun hükmünde kararnamelerle yapmaya yeltendiler, tenezzül ettiler. Gücünü anayasadan alan Anayasa Mahkemesi, önce ‘OHAL KHK’larının içine bakmam’ dedi. ‘İçine ne yazdığınıza bakmam, OHAL KHK’sıysa incelemem’ dedi. Oysa şöyle yapması gerekiyordu. OHAL yetkileri ile ilgili kullanılan OHAL KHK’larına bakmamalıydı ama istismarcı OHAL KHK’larına, bunun bu yetki ile o olağanüstü hal ilan etmenizle ilgisi yoktur diyeceğine açık çek verdi.”

“ALTI YIL SONRA DEDİ Kİ ‘CHP HAKLI YÜZDE 70’İ ANAYASAYA AYKIRI’”

“Döndü dedi ki yürütmeye, ‘OHAL KHK’sı diye önüme ne getirirsen bakmıyorum. Ben görmeden ne yaparsan yap’ dedi. Onlar da o kadar şımardılar ki kar lastiği ile ilgili düzenlemeyi bile OHAL KHK’sının içine koydular. Ama tabii bu ülkenin demokrasisinin, üniversitelerin özerkliğinin canını okuyan ne kadar uygulama varsa hepsini o süreçte yaptılar. Anayasa Mahkemesi, ‘Benim önüme üstünde OHAL KHK’sı yazıyorsa bakmıyorum’ diyerek attığı açık çeki, en acımasız şekilde kullandılar. Ve o Anayasa Mahkemesi bizim OHAL KHK’ları Meclis’te apar topar görüşülüp, yasalaşmasıyla ve Anayasa Mahkemesi’ne gitme hakkımızın ortaya çıkmasıyla birlikte 60 gün içinde yaptığımız yüzlerce başvuruyu ne önem sırasına bakarak, ne geçmişte yaptığı ayıplı durumun yarattığı vehameti görerek altı yılda inceledi. Altı yıl hiçbir şeyi ellemedi, altı yıldır rektör atattırdı örneğin. Altı yıl sonra dedi ki ‘CHP haklı, bunların neredeyse yüzde 70’i Anayasa’ya aykırı, yapılan düzenlemelerin.’ Süre verdi düzeltin diye, o sürenin içindeyiz, güya düzeltecekler. Ama eminin onlara kalırsa her zaman olduğu gibi mahkeme kararının arkasında dolanıp, birkaç yıl daha kazanacaklar. Çünkü memlekette Anayasa’yı içselleştirmeyen, Anayasa’ya uymayı bir araç olarak gören, Anayasa’nın kendisiyle ilgili sayfalarına inanan, diğer kurumların, kurulların ve diğer kazanımların olduğu sayfaların işine gelenini yırtıp atan, işine gelenine yandan bakan, flu gören bir anlayışla karşı karşıyayız. İşte ne kadar hazindir ki bu şımarıklığa, bu küstahlığa, bu Anayasa tanımazlığa geçit veren Anayasa Mahkemesi bu anlayışın dönüp dolaşıp kendisini de yok saymasına, hatta kapatmaya karar vermesine kadar gelen bu süreçte kendi sorumluluğunu hiç tartışmadı.”

“BAMBAŞKA BİR SAVRULMANIN İÇİNDE ÜLKE”

“Ama şimdi ittifak ortaklarından birisi, ‘Anayasa Mahkemesi kapatılmalıdır’ diyor. Bir birinci kademe mahkemesi, ‘Anayasa’da bu karara yasama, yürütme ve yargı organları için bağlayıcıdır gerekçesiyle birlikte ilanından sonra tüm kurumlar buna uyar’ demesine rağmen, ‘Uymuyorum ben Anayasa Mahkemesi kararına’ diyor. Seçilmiş milletvekili mesela içeride tutabiliyor. Ona, ‘Yahu ne yapıyor bu? Soruşturma açın, Hakimler ve Savcılar Kurulu, bu aklını yitirmiş, meczuplaşmış birisi, bu bundan sonra hiçbir mahkemeye bakamaz’ deneceğine onu koruyan, onu kayıran ve bunu yüksek yargı organları içinde Yargıtay’a kayırtan, sonra yüksek yargı organları içinde bir kavgaya dönüştüren, kavgada da Anayasa Mahkemesi’nin karşı tarafını tutan birileri tarafından yönetiliyor ülke. Öyle olunca çok bambaşka bir savrulmanın içinde ülke. Ve bunun için bugün buradaki gibi aklı selim, oturup konuşabilenler, yazanlar, çizenler, üretenlerin ne diyecekleri, bu enkazı nasıl kaldıracağımız konusu da bizim açımızdan çok kıymetli.”

“TEMEL YAKLAŞIMIMIZ REKTÖRÜN HOCALAR, ÖĞRENCİLER, EMEKÇİLER VE BAĞINI KOPARMAMIŞ MEZUNLARCA SEÇİLMESİ”

“Elbette hiç lafı evirip çevirmeye de gerek yok. Nereden örnek vereceğiz dersek, salondan örnek verelim. Nerede Üstün Hocanın 1992 ile 2000 yılları arasında yönettiği Boğaziçi, nerede 2021’de Melih Bulu adlı rektörü atayarak başlayan çöküşle kayyumla yönetilen Boğaziçi Üniversitesi’nin içinde bulunduğu durum? Bakmak açısından, kayyum ne yapar? Seçimle gelmiş, kurumun kültüründen gelmiş, o yapının adeta saatin vidasını bilen ve bütün süreci oranın demokratik yapısı içinde, herkesin gözü önünde gelişmiş birilerinin geldiği ve yönettiği üniversitenin ne ürettiğine, kayyumun ne ürettiğine bakacaksanız, Boğaziçi’nin dünyadaki üniversiteler sıralamasında dünya kadar farklı kriterde nasıl adım adım geriye gittiğini, çöküşe uğradığını görmek açısından son derece önemli bir meseledir. Bir diğer yandan tabii ‘Biz ne yapacağız?’ dediğimizde, burada konuşacaksınız, farklı öneriler var. Ama bizim temel yaklaşımımız, üniversitelerdeki rektörün, üniversitenin hocaları, üniversitenin öğrencileri, üniversitenin emekçileri ve üniversite ile bağını koparmamış mezunları tarafından iyi tartışılmış bir modelle, katsayıları iyi belirlenmiş şekilde ama illaki sandıkla, seçimle ve o sonuca yürütmenin tamamen saygı duyacağı şekilde atanmasını, belirlenmesi gerektiğini savunuyoruz. Ama üniversite rektör seçimi noktasında dünyaya bakmanın, araştırmanın Türkiye gerçeklerine bakmanın ve akademinin baş belirleyici olacağı en doğru yöntemi belirlemenin de kararlılığı içindeyiz.”

“BURASI MUHTEŞEM BİR ÜNİVERSİTE KENTİ”

“Bir taraftan tabii burası muhteşem bir üniversite kenti. Cumhuriyet Halk Partisinin en övünerek anlattığı, kentteki öğrencilerin mutluluğundan, kentteki demokratik kültürün gelişmişliğinden, en övünerek bahsettiğimiz kentteyiz. Biraz önce çok güzel bir karşılıklı diyalog vardı. Aslında akademide öğrencisi olmamış ama yerel yönetimlerde öğrencisi olduğunu ifade eden genç bir kadın, Eskişehir’de Büyükşehir Belediye Başkanlığı görevini, yaptığı rektörlük görevini devredip, şehri yönetme görevini devraldıktan sonra bu şehre hem rektörken, hem Büyükşehir Belediye Başkanıyken adeta bir sihirli değnekle dokunmuş ama o sihirli değneğin içinde ortak akıl olan, demokrasi kültürü olan, dinlemek olan, gençlere inanmak olan, kadro kurmaya ve kadroların yetkinliğine, liyakata inanan birisinin varlığında şimdi yan yana oturuyorlar. Ben ikisini de tanıdığım için ve ikisiyle de birlikte görev yaptığım için, halen daha da Türkiye’deki 413 belediyemizi nasıl eğiteceğimize, nasıl eşgüdüm sağlayacağımıza, nasıl denetleyeceğimize Yılmaz Hocanın liderliğinde ve rehberliğinde devam ettiğimiz için büyük bir mutluluktu diyorum ve ikisine de yürekten teşekkür ediyorum.”

“ECEVİT, BUGÜNKÜ PARAYLA 8 BİN 200 LİRA BURS VERİYORMUŞ”

“Bu şehre sık sık gelip gidiyorum. Bugün çok enteresan bir gün benim açımdan, bir yıl bitti ben genel başkan olalı. Bundan bir yıl önce ben genel başkan oldum ve devamında bir yıl boyunca birçok kente gittim. Bugün ikinci yılın ilk seyahati veya ilk şehir dışı etkinliği. Bir yılda 45 kente, 193 ayrı ziyarette bulunmuştum. Bunlardan 122 tanesi miting dediğimiz etkinlikler, sekiz tane ayrıca seçim sonrası tematik miting yapmışız, yedi farklı ülkeye ziyarette bulunmuşuz. Bir yılda bu Eskişehir’e yedinci ziyaretim. Ve dördü seçimden önce, üçü seçimden sonra olmak üzere yedinci kez bu kentteyim, çünkü bu kentin Cumhuriyet Halk Partisi açısından önemi büyük. ‘Nasıl yöneteceksiniz?’ diye sorana ‘Eskişehir’i nasıl yönetiyorsak Türkiye’yi de öyle yöneteceğiz’ deyince, başka bir şey söylemeye gerek kalmıyor. Tabii bu ziyaretlerimden bir tanesi çok öğreticiydi. O zamanlar Yılmaz Hoca Büyükşehir Belediye Başkanı. Ayşe Hanım Büyükşehir Belediye Başkan adayımız, seçim heyecanı içindeyiz Talat Başkanımla, dediler ki ‘Bir gençlik buluşması yapalım mı üniversite öğrencileriyle?’ Dedim ki, ‘Çok memnun olurum.’ Gençlik buluşmasına gittik. Gençlik buluşmasında güzel bir toplantı gerçekleştirdik. Orada Yılmaz Hocanın da söz alması bekleniyor. Çok kısa bir söz aldı, çok kısa. Çıktı dedi ki, ‘Eğer bu seçimde bizim partiye oy vermezseniz hiçbirinize hakkımı helal etmem’ dedi ve indi. İnanamadım. ‘Evyah’ dedim, ‘Ya şimdi hoca öyle bir şey söyledi ki gençler çok fena kızacaklar. Ciddi eleştiriler alacağız. Protesto filan ederler bizi.’ Genel olarak Türkiye’nin herhangi bir yerinde, üniversite öğrencilerine, bir yerel yönetici ya da eski bir hoca o tonda böyle bir şey söylese salon ayağa kalkar. Bizde de salon ayağa kalktı, ayakta alkışladılar hocayı. Dedim, ‘Bu nasıl oldu?’ Dediler ki, ‘Emek meselesi, özgüven meselesi. Bu sözü söyleyebilecek bir kredisi olabilecekse bir kişinin bu üniversiteliler arasında bu kredisi olan tek kişi Yılmaz Büyükerşen’dir. Çünkü bilirler ki bu sözü söylerken bir baskıcı tutumla, bir buyurganlıkla falan değil, geçmişte yaşanmışlıkların birbirinde yarattığı güven ilişkisine, sevgi ilişkisine dayalı bir mesele bu. Yılmaz Hoca bunu diyebilir, bütün öğrenciler de buna hak verebilirler.’ Ve gerçekten de öyle oldu. Ben o yüzden Eskişehir’deki siyaset-gençlik ilişkisini de diğer şehirlerimizden bir farklı yere koyuyorum her zaman. Burada öğrencilerle ilgili tabii genel sorunlar, yerel yönetimin çabalarıyla ne kadar hafiflese de Eskişehir’de de var. Ama Türkiye’de öğrencilerin çok ciddi problemleri var. Maalesef Sayın Erdoğan, 22 yıl öncesiyle bugünü karşılaştırıp, haksız yere övünüyor ve inanıp bakmazsanız doğru da sayarsınız. Mesela diyor ki ‘Göreve geldiğimde öğrenci bursları diyor, 45 liracıktı. Şimdi 2 bin lira.’ Gerçekten veriye dayalı siyaset yapmaya çalışıyoruz. Her rakama dönüp bakıyoruz neymiş diye. Bakın neymiş… Gerçekten doğru söylüyor. O 45 liracık, asgari ücretin yüzde 27’siymiş. bugün yüzde 11’i. O 45 liracık 225 simit alıyormuş Eskişehir’de, bugün 2 bin lira 133 simit alıyor. O 45 liracık o gün 1,5 çeyrek altın alırmış, bugün çeyrek ‘çeyrek altın’ alıyor. Yani altı kat çeyrek altın hesabında küçülmüş. Eğer o günkü gibi bugün de 1,5 çeyrek altın olsa öğrenciye verilen burs 8 bin 300 liraymış. O günlerde hocamın da mensubu olduğu Demokratik Sol Parti, dün ölüm yıl dönümüydü, üçüncü genel başkanımız, başbakanımız Bülent Ecevit görevi bıraktığı gün öğrencilere bugünkü para ile 8 bin 300 lira burs veriyormuş. Bugün 2 bin lira veriyorlar. Ama o 8 bin 300 liralık burs, o günün parası ile ‘45 liracıktı’ diyorlar. Böyle bir algı yönetimiyle karşı karşıyayız. Bugün üniversitede okuyan arkadaşlarımızın herhalde son sınıfta olanları dışında o gün hayatta olan yok. Daha son sınıfta olanlar kundaktaydı o zaman, şimdi kep atacak olanlar. O yüzden bu hatırlatmayı anlatmaya gerek var.”

“100 ÖĞRENCİDEN 87’SİNE ‘GİT, NEREDE KALIRSAN KAL’ DİYORSUN”

“Bir de öğrencilerin barınma sorunu var. Türkiye’de KYK yurtları öğrencilerin sadece yüzde 13’ünü barındırabiliyor. Bu ortalamada Anadolu şehirleri var. En felaket durum da İstanbul’da. Sadece yüzde 2,6. Üniversiteyi açıyorsun, öğrenciyi alıyorsun, öğrenci gidiyor, okula kaydını yaptırıyor, başını sokacak bir yer arıyor, 100 öğrenciden 97,5’ine ‘İstanbul’da başının çaresine bak kardeşim’ diyorsun. Türkiye’de 100 öğrenciden 87’sine, ‘Git, nerede kalırsan kal’ diyorsun, devlet olarak böyle yapıyorsun. Buna koca bir ‘niye’ diye bakmak lazım. Örneğin finans modelleri tartışılır, ihtiyaç var mı tartışılır, Kuzey Ormanlarını kesip de yaptığın için tartışma bırakın ciddi ciddi eleştirilir. Ama bu ülkede boğaza köprü yapmaya paraları var. İmkanları var. Finans bir şekilde bulduruyorlar. Hepimizi borçlandırıyorlar. Yıllarca ödüyorlar filan. O tartışmaları ve eleştirilerin hepsini bir kenara bırakarak, tünele para var, viyadüğe para var, köprüye para var, lüks konutlar yapmasına TOKİ’nin para var. Her şeye para var. Öğrenci yurduna para yok. TOKİ’ye bir talimatla bütün şehirlerde ihtiyaç kadar öğrenci yurdu yaptırmak, o çok övünülen projelerin herhangi bir tanesine bulunacak kaynakla çözülebilecek bir iş. Bu ülkede kimse öğrenci yurduna kaynak aktarılmasına itiraz etmez. Ama yapmıyorlar. Niye? Son derece politik. Son derece siyasi. Son derece kötü niyetli. Çünkü başını sokamayan birinin karşısına bir cemaatin, tarikatın temsilcilerinin geçmesini, ‘Hay hay buyrun bizim yerimiz var’ demesini, orada barınma sorunu çözülürken bir başka ilişkilenme biçimiyle o öğrencilerin kendi dünya görüşlerine göre kanalize edilmesini, onların kendilerine borçlandırılmasını, ileride onların kendilerince belli noktalara taşınmasını planlayan, bunu geçmişte başarmış olan FETÖ örgütü tek değil. Fetullahçı örgüt döndü kurşun sıktı, terör örgütü oldu. Öyledir. En sert mücadeleye devam edilmelidir. Ama henüz kurşun sıkmamış olanlar, kurşunu fiziki olarak sıkmak yerine başka türlü anayasal düzeni hedef alanlar, Cumhuriyeti hedef alanlar, kurucu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e husumet duyanların çeşitli kurumların ele geçirmekte olduğunu, onu da yine öğrenci yurtlarından başlayarak yaptıklarının altını kalın çizgilerle çizmek isterim.”

“ÜNİVERSİTELERİ ÖZGÜRLEŞTİRECEĞİZ”

“Biz ne yapacağız? Biz YÖK’ü kaldırıp, YÖK’ü bu üniversitelerin sırtında bir yük olmaktan çıkarıp, üniversiteleri özgürleştireceğiz. Üniversitelerin hem bilimsel, hem yönetsel özerkliğini sağlayacağız ve Anayasal güvence altına alacağız. Rektör atamaların liyakate ve demokratik ilkelere bağlayacağız. Üniversitemizi dünya ile işbirliği ve rekabet kapasitesi yüksek, dünya standartlarında bilim üreten yapılar haline getireceğiz. Akademisyenlerimizin çalışma koşullarını iyileştirecek, maaşlarını artıracak, akademik özgürlüğü garanti altına alacak, kayırmacı, baskıcı yönetim anlayışına son vererek, akademisyenlerin sadece yaşamları için değil her yönden yetkinleşmeleri, o yetkinliklerinin bu ülkenin zenginliği olarak artmasını sağlayacağız. Öğrencilerimize nitelikli eğitim, güvenli, sağlıklı, mutlu yaşam ve insanca barınma olanakları sunacağız. Üniversitelerde karar alma süreçlerine öğrencilerin de dahil olmasını sağlayacak, yurt kapasitelerini artırmanın yanında burs ve kredi imkanlarını da genişleteceğiz. Akademisyenlerin ve gençlerin, yurtdışına, eğitime ya da görgülerini artırmaya ya da çeşitli toplantılara ya da sadece gezmeye gitmelerini kolaylaştırmak için muhataplarımızla hızlı şekilde vize sorularını akademisyenler ve üniversite öğrencileri için tamamen sorun olmaktan çıkarıp, Avrupa Birliği’ne tam üyelik hedefini koymuş durumdayız.”

“BİR TARAFTA 54 BİN DOLARLIK DİĞER TARAFTA 4 BİN 500 DOLARLIK GELİR VAR”

“Birazdan burada ilgiyle benim de takip edeceğim Yılmaz Hocamız ile yapacakları ufuk turunda Sayın Selin Sayek Böke Genel Sekreterimiz sizlerle birlikte olacak. Kendisi Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nde daha önce Partimizi meclisitiniz temsil ediyor ve önemli komisyonlara başkanlık yapıyordu. Şu anda aktif milletvekili olmadığı için o konseyde Sosyalist Enternasyonal’i temsilen bulunuyor. Biz Sosyalist Enternasyonel’in, Pedro Sanchez’in başkanlığını yaptığı İspanya Başbakanı, ben başkan yardımcısıyım. Orada en önemli kazanımlarımız 77 üye ülkenin imza altına aldığı ve her fırsatta bir yeni dekorasyona da bir paragraf eklettiğimiz Cumhuriyet Halk Partisi’nin Türkiye’deki iktidarında, Cumhuriyet Halk Partisi’nin Avrupa Birliği’ne tam üyeliğini desteklediklerini her seferinde bir dekorasyona bir paragrafla, 77 katılımcı ülkenin ortak iradesi olarak koymayı başarıyoruz. Ve Türkiye gelecek seçimlerde, Türkiye hep bir yol ayrımında, hep bir kavşakta. Bu seçimlerde tarihi bir kavşaktadır. Geçtiğimiz günlerde 29 Ekim 2024 günü Cumhuriyet’in ilanının 101’inci yılında bir ucunda Birinci Meclis diğer tarafında İkinci Meclis. Bir tarafında Ankara Palas, bir tarafında Merkez Bankası’nın tarihi binası olan, tarihi bir kavşakta bir konuşma yaptım. Ve dedim ki ‘Tarihi bir kavşaktayız. Türkiye ya Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün gönderdiği yolda yürümeye, gelişmiş ülkeleri yakalayıp geçme hedefine vasiyetine uygun davranmaya ve Avrupa Birliği’ni hedeflemeye, tam üyeliği hedeflemeye, o demokratik standartları sağlamaya, ona uygun bir sivil anayasa yapmaya, ama onu bugün anayasaya uymayanlarla değil seçimden sonra oluşmuş, demokrasi inancıyla oluşturulmuş o özgür Meclis’te yapmaya ve mümkünse en kısa sürede on yıllık bir hedef içinde, milli gelirini Avrupa Birliği’nin ortalamasına ve üzerine çıkarmaya, satın alma gücünü artırmaya ve demokrasiye doğru yürüyecek. O taraftaki yol belli.O taraftaki yol Atatürk’ün çağdaşlaşma ve aydınlanma hedefleri doğrultusundaki yol. Ve sonu, öyle ya da böyle başarıldığında ortalama 54 bin dolar milli gelir, katıksız demokrasi, kuvvetler ayrılığı, hukukun üstünlüğü ve bağımsız ve özgür üniversiteler. Bu tarafa gidersek, Şanghay‘a İş Birliği’ne doğru. Bu tarafa doğru gidersek, Brics’e üye olmaya, Şanghay İşbirliği Örgütü’ne girmeye. Bu tarafta ve bu tarafta şöyle bir fark var. Burada 54 bin dolar milli gelir var, burada 4 bin 500 dolar ortalama milli gelir var. Bu tarafa baktığınızda dünyanın en lüks araçlarını burada üretiyorlar, örneğin Avrupa Birliği’nin nüfusuyla da onunla uyumlu olarak da etkisiyle de en güçlü ülkelerinden bir tanesi Almanya. Oranın dönemin Şansölyesi Merkel, dünyanın en pahalı makam aracını ürettiler, on tane limuzin Mercedes. Bunlardan hiçbirine binmedi, kendisi bir başka Alman markasının mütevazi bir minibüsüne biniyordu. Uçuşları da tarifeli olarak yapıyordu, ekonomi sınıfında uçuyordu. Ama o Mercedes’in bir tanesini de bu tarafa satamadı. Hepsini bu tarafa sattılar. İkisini biz aldık, bir tanesini Birleşik Arap Emirlikleri, bir tanesini Suudi Arabistan, galiba ikisini Katar. Hepsi bu tarafta. Burada liderler mütevazi, halk zengin. Burada itibardan tasarruf yok. Mesela bizim filomuzda 13 tane uçak var. Bir tanesi uçan saray. Dünyanın en pahalı uçan cihazlarından bir tanesi burada, ama halkın durumu ortada. Kendisi 60 bin dolar milli gelirle dünyanın liderlerine en pahalı arabaları satıp, mütevazi minibüsle gezen liderler burada. Burada halkı 4 bin 500 dolar ortalama milli gelirde olan, hadi Türkiye için söyleyelim, onu satın aldığı gün 9 bin dolar milli geliri olan ama itibardan tasarruf etmeyenler var. Tarihi kavşak dediğin budur. Tarihi kavşak, Türkiye ya bu yana gidecek gençleri vizesiz olarak Avrupa’ya nüfus cüzdanıyla gezecek, dünyanın hemen bütün ülkelerine vizesiz gidecek, paranın satın alma gücü on yıl sonra on katı artmış olacak diyelim. On artmaz sekiz artar, 15 yıl sonra on artar. Ama şöyle olacak, Tayyip Bey gibi ‘Altı sıfır attık’ diye övünmeyecek. Aynı burada diyor ya ‘Efendim 45 lira çıktı diyor 1,5 çeyrek yerine çeyrek çeyrek altın veriyor. ‘Altı sıfır attım’ diyor hem maaşlardan atıyor, hem etiketlerden atıyor. Ama bizim iktidarımızda maaşlardan, harçlardan veya eldeki paranın kendisinden değil, etiketlerden bir sıfır atılacak. Öyle bir satın alma gücünü tercih ediyorsa Türkiye’de insanlar, bu tarafa gidecekler. Tercihleri sadece cumhurbaşkanlarına, bakanlara lüks uçaklar, lüks arabalar, lüks sarayları kaybettirecek ama ülkeye çok şey kazandıracak.”

“BEN GÖZLERİNİN İÇİNE BAKAMAM, BAHÇELİ NASIL BAKACAK BİLEMİYORUM”

“Dün gördük dün Sayın Bahçeli’nin açıklamalarıyla birlikte bir gerçek ortaya çıktı. Bir anda gündeme sürekli bir bomba düşüyor malum. İlk önce ‘Gel anayasa değiştirelim’ dediler. Biraz önce paylaştım cevabı verdik, o kapıyı kapattık. Sonra dediler ‘İsrail Türkiye’ye saldıracak’. Gündemi ele almak için. Kapalı oturuma çağırdık ‘anlat bakalım’ dedik, anlatamadılar. Hiçbir şey anlatmadılar. O gündemden Türkiye’yi bir şekilde kurtardık. Yoksa her akşam İsrail’e Türkiye’nin fırkateyn sayılarını, F-35 ve F-16’larını karşılaştırmaya meyil etmiş, o talimatı almış bir medya düzeni vardı ve umudu değil korkuyu örgütlemeye kalkıyorlardı. Ona engel olduk. Şimdi ‘Efendim Kürt sorunu yoktur, ama Türkiye’nin terör sorunu vardır. Onu bitirmek için de birisi gelmelidir, bu kürsüye çıkmalıdır bir konuşma yapmalıdır, bütün sorunlar bitmelidir’ diyen bir anlayış dün ağzındaki baklayı çıkardı. Ne dedi? ‘Ne olur Abdullah Öcalan gelse konuşsa, umut hakkından yararlansa yani serbest kalsa. Ama bir yandan da Anayasa değişse ve Recep Tayyip Erdoğan yeniden bu ülkenin Cumhurbaşkanı olsa. Ondan başka bir seçenek yoktur’ dedi. Neymiş? Recep Tayyip Erdoğan’ı iktidarda tutabilmek için Devlet Bahçeli, Abdullah Öcalan’ı serbest bırakmayı bile göze alabilirmiş. Buradaki mesele, oradaki mesele, Türkiye’de yaşanan bütün meseleler bir demokrasi sorunu. Yani, ‘Türkiye iyi olsun diye değil, birileri iktidarı korusun’ diye bir bakış açısı var. ‘Türkiye’nin Kürt sorunu yoktur’ diyor ama ‘Erdoğan’ın kürk sorunu vardır’ diyor. Türkiye’de Kürtler de Türkler de dosttur, ben bu dostluğu önemsiyorum. ‘Hedefimiz dost değil, hedefimiz Erdoğan’a yeniden bir post’ diyor. ‘Oturduğu postu kaybetmemesi’ diyor. Öyle olunca orada bir samimiyet olmadığı çok açık. Bizim burada şöyle bir samimiyet var. Biz Eskişehirlerin kendi belediye başkanı seçme ve o belediye başkanı tarafından yönetilme hakkı kadar bu hakkı Osmaniyelilerin, Rizelilerin kullandığı gibi Diyarbakırlıların, Mardinlilerin de kullanmasını savunuyoruz. Bunları demokratik bir bakış açısıyla hangi partiden seçildiğine ya da hangi coğrafyada olduğuna bakmaksızın yaptığınızda bütün Türkiye, bütün sorunlarımızı aşmış olacağız. Ben 2011’de CHP’nin Cezaevi Komisyonu üyesi olarak aynı ziyarette hem Cumhuriyet Halk Partisi’nden Mustafa Balbay ve Haberal’ı, hem Milliyetçi Hareket Partisi’nden seçilmiş milletvekilini hem de o günkü BDP, bugünkü DEM çizgisinden seçilmiş dört milletvekilini aynı Silivri Cezaevi’nde ziyaret ettim. Aynı rapora yazıyor, aynı gazetelerde haberleştiriyor ve bunu MHP ile DEM diye ayırmadan yapabiliyorduk. Tarih, bu milletvekillerinin FETÖ’cülerin kumpasıyla haksız yere içeride tutulduğunu ve bizim haklı, o gün tuttuğu pozisyon itibari ile Tayyip Bey’in haksız olduğunu söyledi. O günlerin kudretli savcısı Zekeriya Öz, ülkeyi nasıl terk etti kimse bilmiyor. Ama bir fare gibi kaçtı. Şimdi başka savcılar var, yeni kumpaslar kuruyorlar ve tek hedefleri var; bir pazarlık, o pazarlıktaki al-ver, onun için zorlama, onun için şantaj. Ama Esenyurt‘taki CHP’li Belediye Başkanına, Mardin’deki Ahmet Türk’e kayyum atayacak kadar ileriye gidebiliyorlar. Biz samimi bir yerden bakıyoruz ve diyoruz ki, ‘Bir sorun konuşulacaksa yeri Meclis’tir. Masanın etrafında tüm siyasi partiler yerlerini almalıdır. Açık ve şeffaf olunmalıdır ve toplumsal mutabakat sağlanmalıdır.’ Cumhuriyet Halk Partisi olarak en temel yaklaşımımız şudur ki, hiçbir Kürt ‘Ben ikinci sınıf vatandaş hissetmiyorum’ diyene kadar bu sorun demokratik yollarla çözülmelidir. Ama bu çözüm yapılırken olmazsa olmaz kırmızı çizgimiz, toplumsal mutabakat olmalı ve şehit ailelerinin, şehit annelerinin, şehit çocuklarının, şehit eşlerinin ve gazilerimizin gözünün içine bakamayacağımız hiçbir çözüm üretilmemelidir. Birini getirip de apar topar Meclis kürsüsüne çıkarmaya kalktığınızda ben o gözlerinin içerisine bakamam. Devlet Bahçeli nasıl bakacak bilemiyorum.”

“TERÖRLE MÜCADELEYE AYRILAN 1,5 TRİLYON DOLAR, TÜRKİYE BÜTÇESİNİN İKİ KATINDAN FAZLA”

“Ama ben Meclis’te kurulan bir komisyonun bütün sorunları dinlemesini, bütün sorunlara demokratik yollarla, yaşama faaliyetleri ile çözümler üretmesini, büyük bir kardeşlik projesine dönüşmesini ve en sonunda hem şehit cenazelerinin, hem annelerin gözlerinin yaşlarının durmasını, hem de ayıptır söylemesi 1,5 trilyon dolar harcadık bu terörle mücadeleye. 1,5 trilyon dolar bugün büyüklük olarak herhalde Türkiye bütçesinin iki katından fazla değil mi hocam? İki katından fazla. Öyle ki, o bütçenin bütün o kemiğini falan bırakın ve gerçekten fazladan kaynak yarattığınızda yaratacağı katkı refah açısından baktığınızda aynı anda tüm emeklilerin, tüm emekçilerin, tüm çiftçilerin, tüm esnafların, tüm gençlerin bugünkü beklentilerinin herhalde beş misli ile karşılanabileceği bir kaynak ortadan gitmiştir. Türkiye’nin geleceğinde de bu kaynağı da muhafaza etmek ve bir başka yönüyle biriktirmek ve bu ülkenin gençleri için, bu ülkenin güzel insan için harcamak fevkalade önemli olacaktır diye düşünüyorum.”

“EĞİTİM SİSTEMİNİ GÜVENCE ALTINA ALMAK İÇİN YOLA ÇIKTIK”

“Biraz uzattım ama kitlenin ilgisinden ve toplantının en niceliksel hem de niteliksel olarak önemini, durumuna verdiğim önemden dolayı hem buradayız hem de birazcık bütün gündemi sizlerle birlikte değerlendirmek istedim. Bugün yapılacak çalışmaların sonuçlarının bırakın partimiz, ülkemiz açısından çok kıymetli olacağını biliyorum. Biz doğru yolda yürüdüğünüzde bu iktidarın da değişeceğini görüyoruz ve elbette pek çok soruna çözüm getireceğiz. Ama Türkiye’de 100 kişiden 83’ünün ‘memnun değilim’ dediği bir milli eğitim politikası var. Buraya vurulacak neşter, yapılacak dokunuş öyle basit, kolay ve sınırlı bir iş değildir. Bir bakan değiştirmekle, genel müdürleri değiştirmekle, il milli eğitim müdürlerini sosyal demokratlardan atamakla bu işler çözülmez. Aksine nasıl anayasa yapmak bir toplumsal sözleşme ise, milli eğitim müfredatında uzlaşmak da öyle bir toplumsal sözleşmedir. Meseleyi o kadar bütünlüklü ve o kadar çoğulcu bir yerden çözmeyi taahhüt ediyoruz. Çünkü Merkel‘in yaptığı o dünyanın en pahalı arabasını dünyaya sattığı arabayı yapan mühendis de tekniker de o fabrikanın işçisi de bekçisi de hangi siyasi görüşten olursa olsun üzerinde ulusal bir mutabakat sağlanmış eğitim sisteminin sonucunda oraya geliyor. Yapboz tahtasına dönmüş, her gelen bakanın kendi partisinden olmasına rağmen kendinden öncekini kötülediği ve sürekli birilerinin reform yaptığı bir eğitim sistemi yerine, tüm siyasi görüşlerin anayasaya yapar gibi bir araya geldikleri, elbette demokrasiden taviz vermeyen, elbette liyakati esas alan ama partizanlığı değil hiçbir partinin partizanlık yapamayacağı bir eğitim sistemini güvence altına almak için yola çıkmış durumdayız. Bu yolculuğa bugün yapacağınız çok değerli katkılar var. Buna yürekten inanıyorum. Buraya emeği geçen herkesi hem bizim ekipteki herkesi başta Suat Özçağdaş ve yardımcıları olmak üzere kutluyorum. Buraya zaman ayıran, buraya bir kıymetli gününü ayıran tüm hocalarımıza, rektörlerimize, dekanlarımıza ve değerli öğretim görevlilerimize ve öğrencilerimize yürekten teşekkür ediyorum. Hepinizi saygıyla selamlıyorum. Sağ olun, var olun.”