“Sen şimdi bizim evimizde, yatak odamızda beni başka bir kadınla gördün diye seni aldattığımı mı düşündün?”
Geçenlerde YouTube’da bir seçkide karşıma çıktı. Mehmet Aslantuğ, eşi rolündeki kadına bunları söylüyordu. Diziyi izlemediğim için “yatak odası baskını” nereye bağlandı, bilmiyorum. Bu yazıda bu replik nereye bağlanır, onu da bilmiyorum! Ama yalan/hikâye/masal sanatında mükemmel bir teşbih olduğu için alıntılamak istedim.
Hani, devletin hazinesinden milyarlarca doların “memleket sevdası” ile yine “memleket davası” için harcandığını söyleyenlere...
Gözümüzün içine baka baka ekonomide destan yazdığımızı, basın özgürlüğü ve kadın-erkek eşitliğinde de dünya birincisi olduğumuzu söyleyenlere...
Ve asıl; hipnoz edilmiş gibi kafasını çevirip gerçeklere bakmadan bütün bunlara inananlara bir “teşbih” olsun.
***
Yıl 1987. Yani, kadına seçme ve seçilme hakkı tanınmasının 53’üncü yılı. Refah Partisi heyeti İstanbul’da bir ev ziyaretinde. Ev sahibini partiye üye yapmak istiyorlar. Ama bir türlü ikna edemiyorlar. Derken mutfaktan bir ses geliyor. Evin kızı; “beni yazın” diye sesleniyor.
Sonrasını, Bir Liderin Doğuşu kitabından (Hüseyin Besli/Ömer Özbay) okuyalım:
“Doğrusu ‘kadınları üye yapmıyoruz’ demeye dilimiz varmadı; formu doldurtup kızımızı üye yaptık. Ne var ki, uzun süre kayıt defterine işleyip İl’e gönderemedik.”
Sonunda top bizden gitsin diye İl’e göndermişler. Ve Refah Partisi kadın üye kabul etmeye başlamış. Kadınlar da, o güne kadar farklı salonlardan ve hatta katlardan dinledikleri parti toplantılarında yavaş yavaş öne çıkmış.
Kısa süre sonra da şunu net biçimde görmüşler: İslamcı/muhafazakâr kesimde kadının “seçilme”, siyaset yapma hakkı olmasa da “seçme” hakkı var. Sandığa gidiyor, oyunu basıyor. Evet, genellikle bu kocanın seçimi sonucu oluyor. Ancak, eğer kadın ikna edilirse, kocanın/oğulun seçimini de etkilemez mi! Kadınlar, propaganda için evlerin kapılarını erkeklerden çok daha kolay açmaz mı!
***
Türkiye’nin yakın tarihi, özellikle “kadın mücadelesi” tarihidir.
Cumhuriyet kazanımları birer birer çiğnendi, Köy Enstitüleri ile yakılan ışıklar teker teker söndürüldü.
1950’lerde başlayan karşı devrim, kâh açıktan kâh merdiven altlarından ilmek ilmek karanlığı ördü.
1970’ler de karşı devrim hareket-leri-nin “saha çalışması” örnekleri ile dolup taştı. Sol/sosyalist hareket ve değerler önce saldırıya uğradı. Sonra da Atatürkçü nutuklarla gelen 12 Eylül yönetiminin asıl hedefi olarak paramparça edildi.
Tarikatlar, dini cemaatler 12 Eylül’den ve Özal döneminden sonra aldı başını gitti.
Saygı Öztürk’ün MENZİL kitabını okuduysanız görmüşsünüzdür. Menzil’in önde gelen isimleri, 12 Eylül’ün “kudretli” yöneticileri tarafından kabul edilmiş, ağırlanmış, talepleri dinlenmiş.
Bütün bu süreçte, en büyük yarayı kuşkusuz Türkiye’nin yoksul/işsiz/eğitimsiz kadınları aldı. İslamcı paradigmanın kuşatması altında boyun eğmeye zorlandılar. Eve kapatıldılar. Tarikatların kendilerine uygun gördüğü hayata sıkıştırıldılar.
***
AKP Grup Başkanvekili Özlem Zengin’in “AKP’den önce kadının adı yoktu” dediği, aslında işte buydu.
Bu sözler eleştirildi, alay konusu oldu. Oysa, doğruyu söylüyordu Özlem Zengin. “AKP’den önce kadının adı yoktu.”
İyi de “HANGİ KADININ”?
Yanıtı yine Özlem Zengin, konuşmasının hemen ertesinde yaptığı açıklamayla verdi: “Muhafazakar kadınları kastettim.”
Bana göre gerçekten de doğru söylüyordu AKP’nin KADIN Grup Başkanvekili. Ne var ki o doğrunun miadı doldu! O hikâyenin sonuna gelindi!
Zira, AKP’yi iktidara taşıyan, Erdoğan’a neredeyse “aşk” ile bağlı kadınlar şimdi yeniden evlerine kapatılmak isteniyor.
İstanbul Sözleşmesi’nin iptalini talep eden... “Kadın evinde oturursa işsizlik sorunu kalmaz” diyen kadın düşmanı İslamcı kafalar... Yanı sıra, Diyanet’in “fetvaları”... İmam hatip okullarıyla İslamcı ideolojiyi pekiştirme, üstüne kız öğrencilerle erkek öğrencileri ayırma projesi...
Hepsi ve daha fazlasıyla, AKP iktidarının önünü açan kadınlara şimdi “evine dön” deniyor. İşleri/işlevleri sona erdi çünkü. Saray, Müslüman Kardeşler örgütünün Türkiye temsilcileriyle o kadınlar arasında bir seçim yapma noktasına ilerliyor. İktidarı pekiştirmek için verilen tavizler, şimdi tek tek geri alınıyor. Meselenin trajikomik yanı da şu, bu “ihanet” yine kadınlar, özellikle iktidarın arka bahçesindeki kadın örgütleri eliyle gerçekleştiriliyor.
***
Düşünün; bırakın bir erkeği beğendiğinizi söylemeyi... Sınıf arkadaşınızla bahçede dolaşmanın bile “namus” meselesi yapıldığı bir dünyada yaşıyorsunuz. “Kadın aklınızla” herhangi bir konuda görüş belirtemiyorsunuz.
Oysa, yeni bir siyasi hareket geliyor. ABD’nin desteği ve katkılarıyla... Ya da yerli ve milli sermayenin onayı ile... Karşısındakilerin de hatalarıyla yürümeye başlıyor.
O yürüyüşte, Özlem Zengin’in ifadesiyle “muhafazakar kesimin kadınları” da rol/görev alıyor. Politik bir kimlik kazanıyor. Bir “yaşam sebebi” buluyor. Dahası, Erdoğan’a aşık oluyor. Ve bütün bunlar, o dünyanın babaları/kocaları, yani erkekleri için sorun oluşturmuyor. Kadınlar, evlerinin kapısını arkalarından kapatıp sokağa çıkıyor, hayata katılıyor. Kısmen de olsa… Geçici de olsa... Özgürleşiyor!
İşte o kadınlardan söz ediyor Özlem Zengin. Belki de Meclis’teki konuşmasıyla o kadınları yeniden kara deliğe fırlatmaya hazır erkeklere bir mesaj vermeye çalışıyor. Kadın haklarının budanmasını talep eden İslamcılara ve onlara kulak veren Erdoğan’a sesleniyor.
***
Peki, karşılığında nasıl bir masal dinliyor?
“Aşkolsun! ‘Küçücük yaşta, hatta 10-12 yaşında evlen-diril-in... Beş çocuk doğurun... Yani en az 10 yıl eve kapanın.... Erkekle eşit olduğunuzu zannetmeyin... Okulda, sokakta erkeklerle yan yana gelmeyin’ dediğimiz zaman... Siz kadın haklarına karşı olduğumuzu mu düşündünüz!!”