Devlet hastalığa teslim mi oldu?

Haber Tarihi: 19.10.2020


Nasıl bu noktaya geldik? Nasıl oldu da günlerce tarikatları tartışıp da “devlette cemaat yok” diyerek defterin kapatılmasına müsaade ettik. Belki de hastalığı, hastalığı yaratanla tedavi etmeye çalışmanın cezasını çekiyoruz. Ağrı kesici ile yatışırken, tümör göğsümüzde büyümeye devam ediyor.

Önümde bir rapor duruyor. Tartıştığımız sorulara devlet aklının yanıt arayışını anlatıyor.

Şöyle anlatayım: 15 Temmuz’un ardından polis teşkilatı da “nerede hata yaptık”ın peşine düştü. Öyle ya FETÖ’nün yıllardır en örgütlü olduğu kurum, polis teşkilatıydı. Nitekim açıklanan rakamlara göre en fazla ihraç, açık ara poliste gerçekleşmişti.

Devletin FETÖ raporu

Yıl 2017, 15 Temmuz travması henüz çok tazeyken, Erdoğan, Polis Akademisi’nin mezuniyet töreninde kürsüye çıkmış, “Devletin içinde hiçbir kişinin, ekibin veya grubun paralel bir yapılanmaya gitmesine izin veremeyiz” demişti. Haliyle herkes “FETÖ sonrasındakileri” konuşmaya başlamıştı. İşte bu şartlar altında aynı yıl (2017) Polis Akademisi bir çalıştay düzenledi. Akademi Başkanı Yılmaz Çolak’ın yönettiği çalıştaya kritik noktalarda bulunan savcı, hâkim, bürokrat, akademisyen hatta Cumhurbaşkanlığı’ndan 21 isim katıldı. Çalıştayın bitiminde Polis Akademisi yayınlarından “Yeni Nesil Terör: FETÖ’nün Analizi” adlı rapor çıktı.

İçeriğinin iktidarın politik perspektifinin izlerini taşıması nedeniyle eleştirebileceğimiz rapor, en azından devletin gözünden neyin nasıl olmaması gerektiğini analiz ediyordu. Asıl önemlisi, “FETÖ” kavramının unutturduğu bir olguyu, Fethullahçılığın bir “dini cemaat” görüntüsünde olduğu gerçeğini henüz başlangıcında hatırlatıyordu:

“FETÖ’nün kırk yıllık geçmişine bakıldığında örgütlenmesini gerçekleştirmede ve kendini meşrulaştırmada en çok dini değerleri kullandığı ve kendisine dini bir cemaat görüntüsü vermeye çalıştığı anlaşılmaktadır. (…) FETÖ elebaşının da tasavvufi kavram ve değerleri kullanmak suretiyle bu gücünü pekiştirdiği görülmektedir.”

Nurculuk içinde yeşerdi

Devletin resmi raporuna göre, “FETÖ” denilen olgu, yıllardır Nurculuk içinde büyüyüp serpilmiş tarikat yapısından başka bir şey değildi:

“Örgüt elebaşı Gülen öncelikle Said-i Nursi’nin takipçisi olarak yola çıkıp insanları etkilemek istemiştir. Nitekim FETÖ yapılanması, faaliyete geçtiği dönemden itibaren uzun bir süre Nurcu bir hareketin içerisinde bir kol şeklinde kendisini tanıtmıştır. Said-i Nursi’nin ölümünden sonra 1960’lı yıllar ile Nurcu hareketi ‘Yazıcı ve Okuyucu Nurcular’ diye iki kola ayrılmıştı. Okuyucu grup içerisinde yer alan Gülen, 1970’li yıllar ile birlikte bu grup içerisinde kendi grubunu (Gülenciler) oluşturmaya başlamıştır. Bu dönemde örgüt elebaşı, Said-i Nursi’nin eserlerini okumuş ve okutmuş; Nursi’nin kendi hayatından aktardığı birçok hikâyeyi de sanki kendi başından geçmiş gibi anlatmıştır. (…) Bu nedenlerle 1990’lı yılların sonuna kadar ağırlıklı olarak dini referansları Said-i Nursi ve Risaleler olmuştur.”

Gladio’nun muhafazakâr seçkinleri

Sadece Nurculuk değil, rapor, 1950’li yıllardan itibaren Türkiye’de yeşerdiğini söylediği Gladio’nun ideolojisinin “muhafazakâr seçkinler”ce yayıldığının da altını çiziyor:

“1950’den sonra geçilen demokratik sistemde seçmenlerinin çoğunluğunun muhafazakâr olduğu bir yapıda ‘radikal laik seçkinler’ yapısı ve anlayışı karşılık bulmuyordu. Sivil siyaset ve toplum üzerindeki vesayeti sürdürebilmek için vatandaşların geneline hitap edecek ‘Gladio’ tarzı yapılarca devşirilmiş muhafazakâr seçkinlere ihtiyaç duyuldu”.

Sadece terör örgütüne indirgeme

Daha da önemlisi, aralarında FETÖ iddianamelerini yazan savcıların da olduğu devlet bürokrasisi, bugün birilerinin söylediğinin aksine, FETÖ’nün dini cemaat boyutuna değinilmiyor olmasını da bir zaaf olarak tarif ediyor:

“15 Temmuz sonrası yapılan açıklamalara, itirafçıların vermiş oldukları bilgilere bakıldığında hiçbir kritik bilginin ifade edilmediği ve konunun magazinel bir boyuta çekildiği görülmektedir. Ayrıca bu yapının ısrarla ve bilinçli olarak özellikle dini boyutuna değinilmeden sadece terör örgütü boyutuna indirgeme eğilimi belirmektedir. (…) FETÖ’nün kırk yıllık geçmişine baktığımızda örgütlenmesini gerçekleştirme ve kendini meşrulaştırma konusunda en çok dini değerleri kullandığı ve kendisine dini bir cemaat görüntüsü vermeye çalışmıştır.”

FETÖ’nün yerine göz dikenler

Peki, diğer cemaatler?

Polis Akademisi Raporu’na göre, diğer cemaatlerin durumu da kimilerinin söylediği gibi “sivil toplum örgütü” şeklinde değil:

“Bu toplulukların sivil toplum kuruluşları gibi faaliyet göstermeleri beklenmiş, ancak bu yapılar sivil toplum örgütlenmesi niteliğinde de kalamamıştır. Dolayısıyla ilgili alanlarda devletin denetimi büyük önem arz etmektedir.”

Üstelik bizzat devlet raporunun kendisi bir çözüm perspektifi ortaya koyarken, FETÖ’den sonra devlet içindeki boşluğa göz diken cemaatlere açıkça işaret ediyor:

“Dini örgütlenmelerin dini sahada tutularak bunların bürokraside yapılanmalarının önüne geçilmelidir. Bürokrasi FETÖ’den boşalan yerlere göz diken ve devlet içerisinde örgütlenme gayretinde olan başka gruplara da kesinlikle göz yumulmamalıdır.”

Krizin kaynağı belli

Daha da önemlisi, rapor dikkatli bir gözle okunduğunda iktidar partisinin ideolojisinin yarattığı krizler de açıkça görülebiliyor. Belki buna birkaç örnek şöyle sıralanabilir:

“Oldukça fazla sıkıntı yaratan bir başka konu ise 17 - 25 Aralık öncesinde makam ve mevki sahibi olmak için bu yapıyla beraber olduğu düşünülen birçok bürokratın kendileri hakkında da soru işaretleri ortaya çıkacağı korkusuyla FETÖ üyesi olduğunu bildikleri kişileri söylemekten korkmalarıdır. Bu durum da örgüt üyelerinin gözetilmesi ve korunması gibi bir sorunu ortaya çıkarmaktadır.”

“Resmi Gazete’de yayınlanan KHK’lerde toplumda konunun sulandırıldığını düşündüren bazı haberler görülmektedir. Bir tek kişinin bile kazara bu konu ile ilgili yargılanması devlet açısından tolare edilebilir bir şey değildir.”

“15 Temmuz sonrası oluşan siyasi partilerin birlikte hareket edeceğini düşündüren görüntünün yavaş yavaş kaybolduğu görülmektedir. Bu görüntünün tekrar sağlanması büyük önem arz etmekte…”

Çok değil, sadece 3 yıl önce teşhis koymaya çalışan, her şeye rağmen bir tedavi yolu arayan devlet, hastalığa teslim mi oldu? Belki de her şeye önce beyaz önlüklerine bakıp doktor sandıklarımızdan kurtularak, kafamızı karmakarışık eden ilaçları çöpe atarak yeniden başlamamız gerek.








BARIŞ TERKOĞLU İsimli Yazarın Diğer Yazıları