Bugün gazeteci arkadaşlarımız Barış Pehlivan, Hülya Kılınç, Murat Ağırel tutuklu, Barış Terkoğlu, Ferhat Çelik ve Aydın Keser de tutuksuz olarak hâkim karşısına çıkıyor.
Davanın altı aylık seyri akla ortaçağdaki yargılamaları getiriyor. O dönem kral emri şöyle verirdi:
“O kişiyi tutuklayın, nasıl yargılayacağımıza sonra karar veririz!”
Engizisyonda yargılamalar da o kadar uzun sürmezdi, ortama 2 ayda hüküm verilirdi.
Bugün Türkiye’de yargılamanın infaz haline geldiğini, hatta işkence aracı olarak kullanıldığını görüyoruz. Aylarca, yıllarca hapiste tutmak yetmiyormuş gibi hazırlanan iddianameyi ciddiye alıp savunma yazmak bile başlı başına insanın akıl sağlığına yönelik bir saldırı.
Çağlayan Adliyesi’nde bugün görülecek davanın özü bu.
Gazetecilerin, Libya’da şehit olan MİT görevlilerini ifşa ettiği iddia ediliyor. Oysa buna ilişkin haberler pek çok yerde yayımlandığı gibi Meclis’te de gündeme geldi. Ancak sadece iktidarın icraatına yönelik kitap yazan gazeteciler hedef oldu! Buna “seçmece sanıklar” desek yeridir.
FETÖ kumpaslarıyla açılan davalarda “delil üretimi” başlı başına bir “işti”. Bunun için Adli Tıp’tan TÜBİTAK’a devletin en ciddi kurumları ele geçirildi ve kullanıldı.
Bugün ise delile gerek görülmüyor! Suçlamayı yap, gerisini boş ver! Kanaat, delilden çok daha güçlü bir suçlama malzemesi haline geldi.
HHH
Yargılanan gazetecileri olabildiğince yalnızlaştırmak için kullanılan yöntem şu:
Davayı çok derin ve dokunulması zor bir konuma getir ki insanlar şöyle bir dursun, “acaba” desin!
Nazi Almanyası’nda Hitler’in “Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanı” Goebbles’in derin saptamalarından biri şuydu:
“O kadar büyük bir yalan üret ki, kimse karşı çıkamasın!”
Bugünkü davada da gazetecilerin, “MİT Kanunu’nu çiğnediği” iddia edildikten sonra yeni bir suç daha icat ediliyor:
“Gizli belge açıkladılar!”
Aslında MİT Kanunu’nu çiğneme “suçu” içinde gizli belge açıklamak da var. Ancak davaya derinlik kazandırmak için iç içe konulmuş. Buna da “matruşka suçlar” demek uygun düşer.
Geçen nisan ayında çıkan af yasası Meclis’te görüşülürken sırf gazetecilerin yararlanmaması için son anda madde eklenmesi de yeni hukuk sisteminin inceliklerinden biri. Katiller, hırsızlar herkes yararlansın ama gazeteciler yararlanmasın!
***
Savcının, radyosunu, internetini açan herkesin dinleyebileceği bir haber programında Murat Ağırel’in söylediklerini, “yabancılara bilgi sızdırıyordu” şeklinde değerlendirip bunu büyük bir ciddiyetle iddianameye, esas hakkında mütalaaya koyması da davaya başka bir anlam kazandırıyor!
Dünyada evrensel kabul gören 8 bin kadar icattan hiçbiri Türkiye’ye ve içinde bulunduğumuz coğrafyaya ait değil. Ama icat sözcüğünün sözlükte iki anlamı var:
1- Buluş.
2- Gerçekmiş gibi göstermek!
İşte ikincisinde Türkiye’nin üstüne yok.
Dünyada teknolojiden en çok Türk savcıları yararlanıyor. Teknoloji ilerledikçe dava açma olanakları da ilerliyor. En çarpıcısı baz istasyonları. Cep telefonlarının çekmesi için kurulan bu istasyonlara yakalandınız mı, kurtuluşunuz yok. O baz istasyonu çevresinde bulunan herkes suç işlemek üzere bir araya gelmiş sayılabiliyor.
Savcıların aklına getirmiş olmayalım ama bu gidişle salgın bile yardımcı delil olabilir. Herhangi bir iddianameye şöyle bir cümle yakışmaz mı:
“Sanıklar aslında aynı örgütün üyesidir. Hiç bir araya gelmemiş olsalar da bunun nedeni koronavirüs salgınıdır…”
Evrensel hukukta şüpheden sanık yararlanır ama Türkiye’de şüpheden ve her şeyden savcı yararlanıyor.
Suç icat et…
Suçlu icat et…
Delil icat et…
Bu saçmalıklara artık son verin…
Gazetecileri tutuklu yargılamaktan, susturmaya girişmekten vazgeçin…