Rahmetli Bülent Ecevit, Kamu Personeli Seçme Sınavı’nı (KPSS) torpili önlemek için getirmişti. Amacı devlet memurluğuna girişte partizanlık yapılmasının, liyakat yerine iktidar partisine sadakatın geçmesini önlemekti.
Ecevit’in başbakanlığı döneminde bu sistem çalıştı. O dönemde devlet memuru olabilmek; hakim, savcı, subay, astsubay, polis, diplomat, müfettiş olabilmek için KPSS’den o mesleğin gerektirdiği puanı almak yeterliydi. Böylece onun adamı, bunun adamı, şu partinin, bu partinin üyesi demeden bu sınavı kazanan, o meslek için gerekli liyakate sahip olanlar kamuda işe başlıyordu.
AK Parti iktidarı döneminde ise bu sistem fiilen işlemez hale getirildi. Önce Gülen cemaati olarak isimlendirilen cemaat mensuplarının; üniversiteye giriş sınavı, askeri liselere giriş sınavı, harp okullarına giriş sınavı, TSK kurmaylık sınavı, polis koleji, polis akademisi sınavı, KPSS gibi sınavların sorularını çaldığı ve kendi mensuplarına dağıtarak devlete yerleştirdiği anlaşıldı. KPSS’yi kazanan ancak iktidar partisinden veya cemaatten, tarikatlardan referansı olmayanlar mülakatta elendiler. KPSS’den veya hakimlik-savcılık sınavından en yüksek puanı alanlar bile bir bahane bulanarak sözlü sınavda elendiler. Çok daha düşük puan alanlar ise kamuda işe yerleştirildi.
Başlangıçta askeri ve sivil bürokrasiyi cemaat mensuplarına bırakan AK Parti iktidarı, Ergenekon, Balyoz, Askeri Casusluk gibi davalarla TSK’yı, 12 Eylül 2010 anayasa değişikliği ile de yargıyı cemaate teslim etti.
Cemaat ise önce 17-25 Aralık 2013 olayları ise yolsuzluk iddiaları üzerinden, sonra da 15 Temmuz 2016 darbe girişimiyle iktidarı devirmeye kalkıştı ve başarısız oldu.
Bu döneme kadar iktidarı 15 Temmuz’dan sonra FETÖ olarak anılan cemaatle bölüşen AK Parti, sonraki dönemde askeri ve sivil bürokrasiyi temizleyebildiği kadar temizlemeye çalıştı.
Bugün ortaya saçılan Türkiye Gençlik Vakfı’nın (TÜGVA) hazırladığı işe alınacaklar listesi ise kamuya alınacakların KPSS başarısına göre değil iktidara yakın kurumların referansıyla belirlendiğini gösteriyor.
Gazeteci Metin Cihan’ın sosyal medyadan haberleştirerek duyurduğu TÜGVA listelerinin gerçek olduğu da anlaşıldı. Paylaşılan listeler arasında, Subay Aday Listesi, Polis Özel Harekat Listesi, Astsubay Aday Listesi olduğu görüldü. Hakim olarak alınacakların da isim isim belirlendiği anlaşıldı. Listelerde işe alınacak kişinin adı-soyadının yanı sıra, mezun oldukları okul, işe alınacakları yer, telefon numaralarına kadar detaylı bilgilere yer verildiği görüldü.
TÜGVA’nın, 17-25 Aralık olaylarından sonra kurulduğu ve Gülen cemaatinin eğitim alanında boşalttığı alanı doldurmayı amaçlayan, AK Parti’nin amaçladığı bir gençlik yetiştirmeye çalışan bir kurum olduğu biliniyor. Dershane ve yurtlar açan, Milli Eğitim Bakanlığı ile protokol imzalayarak okullarda eğitim veren, çok hızlı bir şekilde 81 ilde örgütlenen ve kamu binalarının sembolik rakamlarla tahsis edildiği, kamu kaynaklarıyla desteklenen etkili bir vakıf haline geldi. Vakfın yöneticilerinin Mart 2019 yerel seçimlerine kadar İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nden maaş aldıkları da anlaşıldı.
AK Parti iktidarının askeri ve sivil bürokrasiyi TÜGVA ve benzeri vakıfların, tarikatların ve cemaatlerin referansıyla oluşturması giderek bir parti-devlet modelinin doğmasına da neden oldu. Valilerin bile AK Parti il başkanı gibi çalıştığı, hakimlerin Anayasa Mahkemesi kararını dikkate almadıkları, sadece AK Partililerin ve onu destekleyen yan kurumlara mensup olanların devlette işe girebildikleri, liyakatın değil lidere ve partiye sadakatin tek ölçü olduğu bir devlet modeli var.
Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin yürütme erkinin yetkilerini Cumhurbaşkanı’nda toplamasıyla parti-devlet modeli hızla hayata geçirildi.
Bugün iktidarın istemediği yönde karar veren, görevini yaparken iktidarın beklentisini dikkate almayan bürokratların o görevde kalmaları mümkün değil.
Yasama, yargı ve medya denetiminin dışına çıkarılan bu model, Türkiye’nin demokratik, laik, sosyal hukuk devleti ilkelerini büyük ölçüde törpülemiş durumda.
Bütün devlet kurum ve kurullarının Cumhurbaşkanı’na bağlandığı ve O’nun kararlarıyla yönetildiği bu modelin Türkiye’nin sorunlarını hızla ağırlaştırdığı ve yönetemeyen bir modele dönüştüğü ortada.
Tek başına ekonomide yaşanan ağır krize bakılsa bile bu sonuca ulaşmak mümkün. Merkez Bankası’nın bağımsızlığının kaldırılması ve çok kısa aralıklarla başkanlarının ve başkan yardımcılarının değiştirildiği bir yazboz tahtasına dönüştürülmesi, 1 doların 10 liraya sınırına kadar dayanmasıyla sonuçlandı. Dolardaki bu fırlayışın başta elektrik, doğal gaz, akaryakıt olmak üzere iğneden ipliğe her ürüne zam yapılacağı anlamına geldiği biliniyor. Dolardaki yükseklik şimdiden Türkiye’nin dış borcunu 450 milyar lira daha artırmış durumda. Bunun anlamı da önümüzdeki dönemde vatandaşın üzerindeki vergi yükünün daha da artacağıdır. Fiyat ve vergi artışları vatandaş açısından daha da yoksullaşmak demektir.
Parti-devlet modeli sadece lideri, iktidarı ve onları destekleyen sermaye gruplarını korur ve giderek halktan kopar.
Türkiye böyle bir süreçten geçmenin getirdiği ağır sorunlarla karşı karşıya, pusulasız gemi gibi denizde debelenip duruyor