Türkiye’de iktidar, iç ve dış politikada, demokrasiden uzak söylem ve eylemlerini artırdı.
Muhalefet liderlerinin can güvenliğini bile hiçe sayan bir söylem demokratik hukuk devletlerinde kabul edilebilir bir politika tarzı değildir.
Dış politikada kullanılan söylem de uluslararası ilişkiler açısından sorunlu bir yaklaşımdır.
Son örneklerinden biri Türkiye’nin “10 büyükelçiyi istenmeyen kişi ilân edip sınır dışı kararı” alacağını dünyaya duyurmasıydı. Yapabildi mi? Hayır yapamadı. Günün sonunda, başta ABD, Fransa ve Almanya olmak üzere batılı ülkelerle zaten kötü olan ilişkilerini daha da germekten başka bir işe yaramadı.
Ek olarak en üst düzeyde yaratılan bu gerginlik Erdoğan-Biden görüşmesinden sonra Beyaz Saray’dan yapılan açıklamaya da yansıdı. Beyaz Saray, görüşmede Biden’ın barış ve refah için güçlü demokratik kurumların, insan haklarına saygının ve hukukun üstünlüğünün önemini vurguladığını açıkladı.
Beyaz Saray’dan yapılan açıklamadan, S-440, F-35, F-16 konularında Türkiye’nin beklentilerini karşılayacak bir gelişme olmadığı anlaşılıyor.
ABD’nin Suriye’de PKK-PYD-YPG’ye verdiği destek konusunda ise soru üzerine Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan şu açıklamayı yaptı:
“Şüphesiz Suriye'de bulunan bu terör örgütleri PKK, PYD, YPG gibi bunların özellikle Amerika'dan aldıkları destekler konusunda kendilerine bu desteklerle ilgili üzüntümüzü, bu desteklere yönelik NATO üyesi ülkeler olarak bunun bizde meydana getirdiği üzüntüleri ifade ettik. Ve bu konularda bizim dayanışmamızı zedeleyecek adımlar olduğunu da söyledik.”
ABD’nin Türkiye’nin yanı başında bir PKK devleti ve bir PKK ordusu kurduğu biliniyor. Desteğini artırarak sürdürüyor. Türkiye’nin bekasıyla ilgili böyle bir konuda Türkiye’nin sadece “üzüntü” bildirmesi çok zayıf bir tepkidir. Türkiye’nin toprak ve ulusal birliğini bozmaya hedefleyen terör örgütüne verilen bir destek karşısında ABD’ye İsmet İnönü ve Bülent Ecevit gibi sert ve kararlı bir tepki gösterilmeliydi.
Biden’ın demokrasiye, insan haklarına ve hukukun üstünlüğüne dikkati çekmesi son günlerde yaşanan Osman Kavala kriziyle ilgili. Bu eleştiriler, Türkiye’nin, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) kararlarını uygulamak zorunda olduğunu yönünde hatırlatma anlamına geliyor.
İktidar iç politika için kullandığı “çıkarmaya çalışacaklar, çıkartamazlar” sözünün aksine Rahip Brunson ve Deniz Yücel olaylarında olduğu gibi Kavala’yı Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin 30 Kasım’da yapacağı toplantıdan önce bırakmak zorunda kalabilir. İktidarın sözleri yine havada kalabilir.
Bu konu demokratik hukuk devletlerinde yargının alanına girer. Yargı iktidarın isteklerine göre karar vermez. Ancak Türkiye hızla demokratik hukuk devletinden uzaklaşıp, yargıyı iktidarın etki alanına soktuğu için Kavala’nın serbest bırakılıp bırakılmayacağı AİHM kararlarına göre değil iktidarın açıklamalarına göre kararlaştırılıyor. İktidarın tutuklu veya hükümlülerle ilgili beyanlarının yargı kararına dönüşmesi Türkiye’yi hem içeride hem dışarıda demokrasiden uzaklaşan bir ülke konumuna yerleştirmiş durumda.
İktidarın, demokratik hukuk devleti kurallarıyla ve anayasal ve yasal sorumluluklarıyla bağdaşmayan son işlerinden biri de Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın AK Parti’nin Meclis’teki grup toplasında konuşurken izlettiği videoydu. Bu videoda, CHP Lideri Kemal Kılıçdaroğlu’na, Çubuk’ta şehit cenazesinde yapılan linç girişimi görüntüleri vardı. Kılıçdaroğlu için linç görüntüleri eşliğinde, “tehditleri nedeniyle millete hesap verecek” deniliyordu.
Kılıçdaroğlu’na yapılan linç girişiminin görüntülerini ekrana getirmek ve “hesap verecek” demek, demokratik hukuk devletlerinde kabul edilemez. Bu görüntülerin izlettirilmesi her şeyden önce Kılıçdaroğlu’na yapılan linç girişiminin meşrulaştırılması demektir. Linç girişiminde bulunanları ve yumruk atan saldırganı desteklemek, “Kılıçdaroğlu bunu hak etti” demektir. Oysa, iktidara Cumhurbaşkanı’ndan başlayarak düşen görev linç günü de sonrasında da saldırganları en sert şekilde kınamak, yargıya düşen görev de suçluların en kısa sürede yargılanıp cezalandırılmalarını sağlamaktı. İkisi de yapılmadığı gibi Kılıçdaroğlu yine tehdit ediliyor ve saldırgan da kahraman muamelesi görüyor.
Linç girişimini meşru görüp desteklemek, “halkın demokratik tepkisini Cumhurbaşkanı’nın tasvip ve takdir hakkı vardır” demek, yurt gezileri yapan muhalefet liderleri için risk oluşturur
Oysa iktidarın yapması gereken tam tersidir. Muhalefet liderlerinin can güvenliğinden iktidar sorumludur.
Bu sorumluluğa uygun söylemde bulunması ve gerekli tüm önlemleri alması gerekirken, linç görüntülerini ekrana taşımak da yine demokratik hukuk devleti kurallarını dikkate almayan, baskıcı bir iktidar anlayışını gösterir. Oysa demokrasilerde başta can güvenliği olmak üzere seçim yarışında araçların eşitliği geçerlidir.
İktidarın, daha önce de İYİ Parti Lideri Meral Akşener’e, Rize’de yapılan saldırıları “bu daha iyi günleriniz” diye karşılaması da durumu tasvip eden bir yaklaşımdı.
İktidarın bu söylem ve eylemleri seçimlerde demokratik hukuk kurallarının değil baskıcı bir ortamın yaşanacağını şimdiden ortaya koyuyor.