Tam 302 yoldaşlarını Cumhuriyet tarihinin en büyük toplu madenci kıyımında, Soma’da göz göre göre gelen bir katliamda yitirdikleri yetmiyormuş gibi, sonrasında verdikleri hak mücadelesinde, bir de devletin "katı yüzü" ile yeniden tanışmışlardı. Ankara’ya yapmaya çalıştıkları hak arama yürüşünün polis ve jandarma kuvvetleri tarafından engellenmesi sırasında, bir barikatta yiğit bir madencinin yaptığı şu tarihi konuşma, hafızalarımıza kazınmıştı:
"Devlet bunları yapanlardan hesap sorsun gücü yetiyorsa. Bir tane kıçı kırık patrondan hesap sormayı beceremeyen devlet, gücünü bizde sınayacak, öyle mi? Öyle mi alay komutanı? Vallahi de korkmuyoruz, billahi de korkmuyoruz sizden!.."
Öyle kurşun ağırlığında ve zift karalığında bir kavga içinde söylenmiş öylesine güçlü sözlerdi ki bunlar... Hani, tişörtlerin göğüslerine serigraf baskıyla, dağa taşa kireçlenmiş taşlarla, duvarlara sprey boyalarla yazılıp nesiller boyu silinmeyecek bir slogan bu:
"Öyle mi alay komutanı?.."
Aslında, hayatın her alanında hak mücadelesi verilen ortamlarda bunların farklı türevleri çıkıyor ortaya.
***
Mesela, Salı günü Silivri zindanına teslim ettiğimiz meslektaşımız Barış Pehlivan ile ilgili yapılan "infaz hükümlerinden yararlandırılma" başvurusunu reddeden savcılık makamına da şunu haykırmak lazım:
"Öyle mi infaz savcısı?.."
Barış Pehlivan, Barış Terkoğlu ve diğer yiğit meslektaşlarımız Ergenekon, Balyoz, OdaTV vb. davalarda FETÖ’cü yargı tarafından hapislere atılırken yandaş tetikçi paçavraların manşetlerinden "Gazetecilikten Yargılanmıyorlar" türü başlıkları atanlar şu anda ortalıkta serbestçe dolaşır, cirit atarken, Barış’ların ve onlar gibi gerçekleri yazmaktan başka bir suçları(!) olmayanların hayatları adliyelerde cezaevlerinde geçiyor. FETÖ’nün medya ayağı nın tetikçilerinden bazıları bugün "Tayyare-i Hümayun"un müdavimleri, yandaş gazete ve TV’lerin yöneticileri olarak salınıp gezerken, gerçek gazeteciler sorgu-iddianame - dava - mahkumiyet - infaz sarmalında sürüm sürüm süründürülüyorsa, "geçen 10 yılda ne değişti?" diye sormak lazımdır.
17 Ağustos Depremi’nin üzerinden 24 sene geçmişken, bırakınız o devasa felaketi, daha doğrusu doğanın bize verdiği o tarihi büyüklükteki acı dersi unutmayı, şunun şurasında 6 ay olmuş ve daha büyük bir yıkım yaşadığımız Maraş - Malatya - Hatay - Adıyaman Depremi’ni bile unutma eğilimindeyiz. Resmi verilere göre 50 binden fazla canımızı yitirmişken, bugün Türkiye Cumhuriyeti’nin bir bakanı çıkıp, oralardaki okulların onarımı veya güçlendirilmesi konusu açıldığında "Yerel seçimlerde merkezi otoriteyle uyumlu çalışacak bir belediye başkanı seçildiği zaman yanlarındaki problemleri de çözmüş olacağız..."
Mealen diyor ki: "Belediyeyi bize vermediğiniz takdirde, oradaki öğrencilerin göz göre göre ölüme terkedilmesini göze alıyorsunuz demektir..."
"Öyle mi Milli Eğitim Bakanı?.."
Son genel seçimde, Hatay halkının tertemiz oyları ile seçilen ve "TBMM Hatay Milletvekili" unvanını kazanmış Avukat Can Atalay’ın durumu yoruma bile açık olmayacak şekilde ortada iken, Anayasa’nın 83’üncü maddesi net bir ifade kullanırken, AYM kararları tartışmaya bile gerek bırakmayacak emsaller oluştururken, hâlâ Silivri zindanında tutmaya utanmıyorlar. Bu kadar net bir olayla ilgili olarak Adalet Bakanı, "ağzını bile açmaması" gerekirken orada burada yargıyı etkilemeye yönelik (Anayasa madde 14’e atıflar filan) sözler ediyorsa, ona da sormak gerekir:
"Öyle mi Adalet Bakanı?.."
Mayıs 2023 seçiminden hemen sonra halkı hayatından bezdiren zamların yarattığı "bombardıman etkisi", burunlarımızı evden bile çıkarmamazı mani olurken, meyveyi-sebzeyi tane ile alabiliyorken, eti - sütü unutmuşken, otomobillerimiz kapılarımızda otoparklarımızda çürüyorken, bu ülkenin Hazine ve Maliye Bakanı "Diş sıkmaktan, kemer sıkmaktan, sabretmekten" sözedebiliyor.
"Öyle mi Maliye Bakanı?.."
***
Bütün veriler ortadayken bugün, değil yoksulluk sınırı, açlık sınırında bile bir ücretle iş bulabilen kendisini (nasılsa?) şanslı sayıyorsa, bu ülkenin Cumhurbaşkanı Yardımcısı, milletin karşısına çıkıp, "Ülkeyi alt orta gelir düzeyinden üst orta gelir seviyesine çıkardık" diyerek yalan söylüyor ve milletle alenen alay ediyorsa, o da şu hitabı hak etmiştir:
"Öyle mi Cumhurbaşkanı Yardımcısı?.."
Ülkenin dört bir yanında, gelirleri "Alev topunun içine atılmış kartopu gibi" eriyen emekçilerin hak mücadelesi için greve gitmelerinin önü, bizzat devletin silahlı gücü, polisi jandarması tarafından engellenmek istenirken, bir de iktidarın elemanı bir belediye başkanı, direnen işçilerin karşısına çıkıp "Kurban olayım yapmayın..." diye patron adına yalım yalım yalvarır ve kendini tarihi ölçekte (en hafif ifade ile) "mahcup" duruma düşürürken, ona da şu lafı yollamak icap eder:
"Öyle Belediye Başkanı?.."
Akbelen’de doğayı, yeşili, ağacı, yani yaşamı korumak için göğüslerini siper eden köylüler, hak savunucuları, doğa hakları eylemcilerinin önüne çekilen barikatlara ek olarak suyu, yemeği, hatta mobil tuvaletleri bile engellemeye çalışan jandarma komutanına da, artık "tarihi bir şiar" haline gelmiş o lâfı cömertçe, hem de kovalar - tanklar dolusu boca etmek iktiza eder sanırım:
"Öyle mi alay komutanı?"