‘Şahsım Yargısı’

Haber Tarihi: 22.02.2020


Artık, hayatın her alanında aynı şeyi konuşuyoruz.

Adliyeden uluslararası ilişkilere, eğitimden sağlığa, sanayiden medya âlemine kadar her konu başlığı ile ilgili, her köşe başında dönüp dolaşıp laf aynı yere geliyor.

Kural ya da “düstur” şu:

Yargı, hâkim ve savcılara bırakılamayacak kadar ciddi bir iştir.

Savaş, muvazzaf askerlere bırakılamayacak kadar ciddi bir iştir.

Dışişleri, diplomatlara bırakılamayacak kadar ciddi bir iştir.

Medya, gazetecilere bırakılamayacak kadar ciddi bir iştir.

Bu kuralı başka alanlara da teşmil etmek mümkün. Ama herhalde en önemlisi birinci maddede yazılı olan, yani yargı alanı. Nedeni de belli. Hep söylüyoruz. Yazmaktan elimiz, söylemekten dilimiz yoruldu. Ama bıkmadan usanmadan da söylemeye devam edeceğiz. Hukukun olmadığı bir yerde, yani hukukun temeli olan “yargı bağımsızlığı”nın olmadığı bir yerde, zaten başka herhangi bir şeyi konuşmanın anlamı da yoktur.

Demokrasinin her alanda ağır yaralar aldığı, kuvvetler ayrılığı ilkesinin dibine dinamit koyulup patlatıldığı ülkemizde yargının geldiği durum, hemen her gün başka bir davada kendini bütün ağırlığı ile hissettiriyor.

Hâkim ve savcıların, attıkları her adımda, verdikleri her kararda, yazdıkları her satır yazıda verdikleri her mütalaada, gözlerini “bir yerlere” (şahsım diyelim) dikmeleri, aynı “yüksek yerlere kulak kabartmaları” görüntüsü ülkemizi 3’üncü, 5’inci, belki de 15’inci sınıf bir rejim görüntüsüne sokuyor.

Son Gezi davası kararı ve sonrasında yaşananlar, özellikle de davanın tek tutuklu sanığı Osman Kavala’ya yönelik skandal nitelikli uygulamalar, artık tartışmasız biçimde bu konunun geldiği noktaya işaret ediyor.

Lafı eğip bükmenin hiçbir anlamı yok. Hâkim bağımsızlığı denen şey artık tamamen yok olmuş, tamamen ayaklar altına alınmıştır.

Bu ülkenin en yüksek (tek yüksek?) siyasi makamında oturan kişi, yani iktidar partisi AKP’nin genel başkanı, hâkimlerin verdiği bir kararla ilgili olarak “...bir manevra ile onu dün beraat etmeye kalktılar...” ifadesini kullanarak, olaya son noktayı koymuştur.

Bağımlı ve siyasi telkin altındaki yargı, sadece 8 sözcükle, bundan açık ifade edilemezdi. Sayın AKP Genel Başkanı, teorik olarak “babasının oğlunu bile tanımaması gereken bir mesleğin” mensuplarını yani teorik olarak “kimsenin telkinini dinlememesi gereken” yargıçları “manevra” yapmakla, hatta istenmeyen bir şeyi yapmaya “kalkmakla” suçluyor. Ve daha da ileri giderek, herkesin gayet iyi anlayacağı biçimde “bu kararın kendisinin hoşuna gitmediğini, gerekenin yapılacağını” ima etmiştir.

Hemen ardından da, kendisine bu konuda sorular soran gazetecilere (onların kulis izlenimlerinin yalancısıyım) bu yargıçlarla ilgili “kuşkularının bulunduğunu” aktarmıştır. Bir iki saat sonra da söz konusu hâkimlerle ilgili “HSK (Hâkimler ve Savcılar Kurulu) soruşturması” gündeme gelmiştir. Olayın muhtevası kimsenin yadsıyamayacağı kadar alenidir. Tipik bir “sen misin benim istemediğim yönde karar veren!..” uygulamasından söz ediyoruz.

Daha ötesi var mı? Söylenecek söz kalmamıştır artık.

Durum sadece bir anayasal arızaya değil (ki, bunu rejim değişikliğinden bu yana, hatta 2010 referandumundan bu yana anlatıyoruz) bir uluslararası soruna da işaret etmektedir.

Durup dururken “uluslararası boyutu” nereden çıktı diye soran olabilir. 

Artık uluslararası yargı-temyiz sistemi niteliğindeki AİHM vb. mercilere başvurunun temel şartı olan iç hukuk yollarının tüketilmesi gereği de otomatikman ortadan kalkmış demektir. Çünkü, onlarca hatta yüzlerce yargı(!) (insanın içi kan ağlıyor ama sonuna şu ünlem işaretini eklemeden yazamıyorum artık) kararı yukarıda aktardığım arıza ile maluldür. 

Bir başka deyişle, yani tersten bakmak gerekirse, Strasburg’daki hâkimler, “Buraya gelmeden önce, sonuna kadar uğraştığınızdan emin misiniz” sorusunu soramazlar artık. Bırakın sonunu, “başından sonuna kadar” yargı olmaktan çıkmış ve sistem tek bir odağın, tek bir otoritenin ağzının içine bakan bir sisteme dönüşmüş görüntü arz etmektedir.

İşin bir vahim yanı da, sistemin bu hale dönüşmesine alkış tutan yandaşlar, candaşlar, sırdaşlar ve borazan soytarıların, “İşinize gelen karar çıkınca alkışlıyorsunuz ama...” diye yılışık yorumlarıdır. Çünkü artık “işimize gelen ya da gelmeyen” ayrımı da ortadan kalkmış, yerden kalkana anında başka bir “tekme” atılır hale gelmiştir. Bu siyasi davalar için de böyledir, “iktidara yakın olmayan” herhangi birinin en ufak bir ticari davasında da.

Bugün Osman Kavala, öteki gün Selahattin Demirtaş, beriki gün Eren Erdem ve başkaları...

Örneklemeye devam etsek bu sütunlar ve sayfalar yetişmez. Yandaş borazanların bir başka aşağılık “salvosu” da, “FETÖ ve PKK bağlantılı, iltisaklı kişilerin” yargılandıkları davalarda yapılan hukuksuzlukların da eleştirilmesi konusundadır.

Demokrasi ve hukukun böyle bir şey olduğunu, “düşmanın” (ki, üç gün öncesine kadar bizim değil pekâlâ sizin can dostunuzdu bunlar - bizim hiçbir zaman ilişkimiz olmadı) bile hukukun evrensel ilkeleri çiğnenmeden yargılanması gerektiğini maalesef hatırlatmak zorunda kalıyoruz.

Evet... Savaş hukukunda bile düşmanını eğer “sağ” ele geçirdiysen, “kitabına göre” yargılayacaksın.

Aksi, “infaz” olur. Aksi, sağ yakaladığın anda “kafasına sıkmak”tan farklı değildir. Aksi, “hukuksuzluk” olur. Aksi, daha açık söyleyeyim, “Şahsım Yargısı” olur.

Gelinen nokta maalesef budur.

“Geziciydi onlar, çapulcular, yaktılar yıktılar, ülkeye ve millete karşı bir kalkışmaydı...” yalanlarını artık kimse yemediği gibi, mahkemede “şanlı bir direnişi aslanlar gibi üstlenen ama iftirayı, çamuru reddederek onurlu savunmalar yapan Gezicilerin” o örnek duruşundan biraz ders almalısınız.

Yarın, devran dönüp de bugünkü hukuksuzluklarınız nedeniyle yargı önüne çıktığınızda (ki canı gönülden dilerim) sizlerin de hukukunu aynı hassasiyetle savunacağıma ve o gün birileri çıkıp da benzer bir “Şahsım Hukuku”na tevessül ettiğinde, onun da önüne dikileceğime namusum ve şerefim üzerine söz veriyorum.

Kes bu yazıyı sakla.

İnşallah hepimizin ömrü vefa eder.

O gün, bu yazıyı masaya koyar hesaplaşırız. 








ZAFER ARAPKİRLİ İsimli Yazarın Diğer Yazıları