h
Bu ülkenin en sancılı, en hadiseli, en ciddi rejim bunalımlarından birinden geçtiği yıllarda doğmuşum. Daha 3 yaşıma basmadan memlekette ihtilal oldu. Darbeciler sıkıyönetim ilan ettiler. Özgürlükler (benim yaşımdakilerin sadece oyun oynama özgürlüğü vardı. Bize bir sıkıntı yoktu ama) askıya alınmıştı.
Sonra ortaokulda iken, yine olağanüstü bir dönem yaşadık. 12 Mart 1971 Muhtırası’nın akabinde ilan edilen sıkıyönetim günlerinde, zaman zaman da sokağa çıkma yasakları sırasında evlerimizde hapis, bolca “sert tonlu” bildiriler dinlerdik radyoda.
“Birinci Ordu ve Sıkıyönetim Komutanlığı’ndan bildirilmiştir….” diye başlayan, zamanın “Eli Balyozlu Paşası Orgeneral Faik Türün” imzalı bildirilerdi. Satır aralarında bolca “Marksist, Leninist ve hatta Maoist.. anarşist” sözcükleri geçen metinlerde, zamanın “yıkıcı ve hain” diye damgalanan ama vatanını sıkıyönetimcilerden bin kat daha fazla seven devrimci liderlerin ve eylemcilerin isimlerini adeta ezberletirlerdi memleket ahalisine.
Yapılan operasyonlarda, bugünün jargon ile “etkisiz hale getirme” çalışmalarını anlatırlardı ballandıra ballandıra, marifetmiş gibi. Nurhak, Şarkışla, İstanbul, Ankara baskınlarını ve çatışmalarını bir polisiye dizi gibi aktardılar saatler boyu radyo başına mıhlanmış insanlara.
Derken, bizim kuşak sokaktaydı. Sıkıyönetimli yıllar yeniden zuhur etti.
İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa, Çorum, Maraş, Malatya ve bilcümle memleket toprağında sıkıyönetim operasyonları, çatışmalar, ölümler, katliamlar, faili meçhuller, kan, barut ve gözyaşının tavan yaptığı o meşum yıllar.
Nasıl ki bugün adliye bahçelerinde gruplar halinde “arkadaşlarımızın mahkemeye sevk kararını tırnaklarımızı yiyerek” bekliyorsak. O günlerde de “vahşice katledilen yoldaşlarımızın cenazelerini polisten alabilmek için Sultanahmet’teki Adli Tıp (Morg) önlünde gergin bekleyişlerle” geçti gencecik ömürlerimiz.
1980 darbesi ve ardından gelen uzun süreli Devlet Güvenlik Mahkemeli sıkıyönetim yılları.
Askerlik yaptığım Erzurum’da, gün oldu sıkıyönetim komutanlığı emirlerini icra eden “piyade er Mehmetçikler”den biri olarak siyasi parti binalarının mühürlendiği operasyonlarda yer almanın dayanılmaz ağırlığını bile taşıdı şu çileli omuzlarım.
70’lerin sonlarından itibaren gazetecilik mesleğini seçen o omuzlar, zaten “sıkıyönetimi” hep yaşadı, daktilonun tuşlarına hükmetmeye çalışan “Big Brother” ile mücadele halinde.
Demokrasi taklidi yaptığımız bir yeni döneme geçildikten sonra da hiç değişmedi kapkara renkli “sıkıyönetim modu” bu ülkede. Adı değişti sadece ve “olağanüstü hal” oldu. Ondan da bir türlü sıyıramadık yakamızı. Bölücü terör bahanesi ile özgürlükler, bir türlü o “asılı durup bize hazin hazin yukarıdan baktıkları” o raflardan inemedi.
1990’ların siyasal çalkantılı dönemlerinde “ilan edilmemiş” sıkıyönetimler, bugün seni, yarın beni, öteki gün başkasını hedef alarak hep bir “devlet düşmanı” yaratıp sonra da “halletmek” için uğraştılar.
2000’li yılları da, “yönetemediği için sıkışan ve o yüzden de toplumun kolundaki kelepçeleri, ayağındaki prangaları sürekli sıkan” bir ceberut anlayışın zulmü ile geçirdik. Yine, hep bir “bahane” vardı. Hep buluyorlardı bir şeyler. Bugün bölücü terör, yarın sol örgüt damgası, öbür gün başka bir bahane.
Devletin ve ülkenin tüm anahtarlarını teslim ettikleri ve birlikte “Cumhuriyeti Yıkım Projesi”ni hayata geçirdikleri Fethullahçılarla birlikte ilan ettikleri “Olağanüstü Kumpas Günleri Yönetimi”nde olup bitenler malum. Cumhuriyete sahip çıkmak isteyen, vatanı seven ve “emperyalist güdümlü, Pennsylvania CIA kontrollü geri vitese hayır” diyen hemen herkese kan kusturmaya yeminli, Özel Yetkili Mahkemeler eliyle sıkıyönetim günleri.
Sonra da siyasi iktidarın FETÖ ile “sahte küsme tiyatroları” dönemi. Ve şimdi de, “FETÖ’süz FETÖ çağı sıkıyönetimi”.
Yine şafak baskınları. Yine adliye önlerinde gece bekleşmeleri. Yine gözaltı ve ardından neredeyse otomatik tutuklama kararları. Ve yine Silivri yolları.
Hiç eksik olmayacak hayatımızdan bu “sıkı” yönetim.
Hiç nefes almayacağız. Öyle anlaşılıyor.
Ama ülkelerin ve toplumların hayatları, bizim şahsi hayatlarımız kadar kısa değil. Bizimle sınırlı değil yani.
Aşacak bu ülke, bunları.
Ve belki torunlarımız yaşayacak sıkıyönetimsiz bir Türkiye’yi.
Başka toplumlar gibi. Özgür toplumlar gibi.
Sabahın alacakaranlığında, kapı çalındığında “onların” değil, “sütçünün” geldiğinden emin olacağımız günler.
Dün sabaha karşı sevgili kardeşim, onurlu gazeteci, yiğit aydın Barış Terkoğlu’na yapıldığı üzere, gazetecinin ve aydının, yaptığı haberden, verdiği bilgiden, kamuoyunu aydınlatmaktan ve bilgilendirmekten, fikrini, yorumunu analizini yazmaktan dolayı zindana atılmadığı günler.
Ben göremesem, benim neslim göremese bile.
Bu topraklarda da bahar çiçekleri “Acaba başıma bir şey gelir mi?..” kaygısı olmadan açabilecek bir gün.
Yazın bir kenara.
Hatırlarsınız belki.
Dijital arşivden “Cumhuriyet-Vaveyla-Zafer Arapkirli” diye yazınca çıkar belki.