Buna benzer bir başlığı, 27 Mart 2020 tarihli köşe yazısına atmıştım. “Kriz Nasıl Yönetilemez 101” başlıklı o yazıda şunları demişim:
Kriz, felaket, bunalım durumlarının (ironik biçimde) üç de çok önemli yararı vardır.
Bunlardan biri, “Ne kadar hazırlıklı olduğumuzu” görmemize yaramasıdır.
İkincisi, buna bağlı olarak “ileride benzer bir durumla karşılaştığımızda alınabilecek önlemlere” dair bir ders ve bir rehber niteliği taşımasıdır.
Üçüncüsü de “Krizi yönetme ve bizi dalgalı denizlerden, fırtınalı havadan sağ salim çıkarma konumunda olan kişi ya da kurumların yetkinliği” ile ilgili tabloyu bütün çıplaklığı ile ortaya sermesidir.
Ama artık, bu (ironik) yararları düşünmenin ve hesap etmenin çok ötesine geçmiş bulunuyoruz. Zararların içine “boğazımıza kadar” batmış olmanın rahatsızlığı, sıkıntısı, öfkesi ve hatta isyanı içindeyiz.
Koronavirüs pandemisi ile mücadeleyi nasıl ellerine yüzlerine bulaştırdıklarına bir bakın, geri kalan tüm sorunlara ışık tutar aslında. Dün, bu yazıyı yazdığım saatlerde devletin İstanbul Valisi halka yalvarıyordu:
“Allah rızası için dışarı çıkmayın” diye.
Rezalete, sefalete, münasebetsizliğe bakar mısınız?
2 ya da 2 yüz kişi anayasal haklarını kullanarak bir araya toplandığında üzerlerine “Bütün gücü ve şiddeti ile yürümeyi” bilen, bir meczubun şikâyeti üzerine, üstelik yasalara ve tüm evrensel ilkelere aykırı olarak mahkeme kararı bile olmadan sadece RTÜK’teki 3-5 yandaşın el kaldırıp indirmesiyle bir muhalif TV kanalının ekranını karartabilen, bir gencecik avukatı göz göre göre bir hastane hücresinde ölüme zorlayan, bir çırpıda trilyonluk ihaleleri ona değil, buna yönlendirmeye pekâlâ gücü yeten, KDV’den ÖTV’ye her türlü vergiyi bir çırpıda cüzdanlarımıza elini uzatarak alıveren “devletin gücü”, burada devreye giremiyor. Girmiyor.
Zaten, o devlet ki on milyonlarca insanın çalışma hayatından uzak durabilmesi için, evlerinden çıkmadan da olsa karınlarını doyurabilmesini sağlayacak gerekli önlemleri alamıyor. Zaten, hangi yüzle “evinizden çıkmayın…” diyecek ki?
Sahte ve yalan dolu veri tablolarını “gerçeklerle taban tabana çelişen” bilgileri millete “yutturmaya çalışmaktan” bile yoruldular ki malum “Turkuvaz Yalanlar Tablosu”nu bile yayımlamıyorlar artık. Sağlık çalışanları artık her gün neredeyse çift haneli sayılarla kırılırken, “düzenli ve cömert test uygulamasını” Saray’ın personeli, TBMM ve bakanlıklar personeli ve “Reis’in etkinliklerine katılacak zatı muhteremler, muhteremeler ve aileleri” ile sınırlı tutmak vicdansızlığına başvururken de utanmıyorlar.
Paramızın değerinin rekor seviyelere düşmesi, işsizlik ve enflasyonun ve tüm ekonomik göstergelerin “felaket” seviyelerinde seyretmesini becerebilmek(!) için ancak bugünkü iktidar sahipleri kadar uğraşılabilirdi.
Bütün bunlar da yetmiyormuş gibi, ülkenin başını açık denizlerde bin bir türlü belaya sokmak ve maazallah bizi bir sıcak çatışmanın içine sokabilmek için barışın değil, savaşın yollarını arıyor olmaları da işin cabası. Sanki yıllardır minik çıkarlar uğruna hem ABD’ye hem de AB’ye yaranabilmek için şımarık ve en azından bizimkiler kadar pişkin ve basiretsiz komşulara taviz üstüne taviz veren, Ege adalarının bir bir işgaline göz yuman, Yunanistan’a ve onların arkasındaki emperyalist güçlere galebe çalmanın yıldönümlerinde (en büyüğü de 30 Ağustos’ta) Tarihi Zafer’in kutlanmasına yasak getiren, “Keşke Yunan galip gelseydi” diyen alçak bir hainin sırtını sıvazlayan kendileri değilmiş gibi, bugün “Bayrak sallayıp” milliyetçi kesilen de aynı zevat değil mi?
Bunlar da yetmezmiş gibi, bir yandan İstanbul Sözleşmesi’nden çark ederek adeta “kadına baskı, zulüm, dayak, taciz, tecavüz, cinayet serbest kalsın” diye çabalamak da bunların eseri.
Üstüne üstlük, bir de iti kopuğu, tecavüzcüyü, uyuşturucu satıcısını, işkenceciyi, mafya bozuntularını serbest bıraktıktan sonra, bugün “idam geri gelsin” diye “kimleri hedeflediği” belli olan çığırtkanlıklara girişmek de üzerine tam “tüy dikmek” değil mi?
Aklımızı başımıza devşirmenin tam da bugün zamanı değilse, o gün ne zaman gelecektir?
Ey, bu ülkenin olup bitenden rahatsız, zarar gören, ezilen, horlanan, itilen kakılan güçleri.
Üzerimizdeki ölü toprağı ne zaman silkelenecek?
Cumhuriyet Halk Partisi hâlâ, “Abdullah mı, Abdülmuttalip mi, Abdülrezzak mı?” muhabbetinden sıyrılıp bu iktidarı bir an önce gönderecek çareyi ne zaman kitlelere sunacak?
Daha ne kadar katlanacağız bu beceriksizliğe ve şedit yönetime?
Hepimizin (kurumsal ve tek tek) “ekranının karartılmasına” kadar mı bekleyeceğiz?