‘Kriz nasıl yönetilmez 101’ ders

Haber Tarihi: 03.04.2020


Kriz, felaket, bunalım durumlarının (ironik biçimde) 3 de çok önemli yararı vardır. Bunlardan biri “Ne kadar hazırlıklı olduğumuzu” görmemize yaramasıdır.

İkincisi, buna bağlı olarak “İleride benzer bir durumla karşılaştığımızda alınabilecek önlemlere” dair bir ders ve bir rehber niteliği taşımasıdır.

Üçüncüsü de “Krizi yönetme ve bizi dalgalı denizlerden fırtınalı havadan sağ salim çıkarma konumunda olan kişi ya da kurumların yetkinliği” ile ilgili tabloyu bütün çıplaklığı ile ortaya sermesidir.

Bir ailede baba, bir kurumda müdür-şefbaşkan vb. yöneticiler, bir devlet söz konusu olduğunda da seçilmiş, atanmış ya da (demokrasi dışı bir sistemle yönetilen rejimlerde de) “Çöreklenmiş Muktedir Otorite”dir. Ya da muktedir zihniyettir (ideoloji de diyebilirsiniz).

Korona Krizi hem dünyada hem de ülkemizde bu testten geçen günlerin tam bir fotoğrafıdır.

Geçen birkaç yazımda, krize gezegenin dört bir yanında nasıl “hazırlıksız” yakalandığımızı, kapitalist âlemin önceliklerini hep parayı, rantı büyütecek projelere verdiğini, en üst seviyede ve birinci öncelikli düşünmemiz gereken insan sağlığı ve esenliğini alt sıralara ittiğini nasıl gördüğümüzü anlattım. Tekrarı yararlı olsa da bugün kısaca hatırlatarak geçeceğim.

Bugünkü somut manzarayı inceleyerek gitmek daha yararlı.

Kapitalist ekonomiler, yine de gerek kamunun gerekse özel sektörün (rantçı anlayış üzerinden de olsa) birikimlerini kaçınılmaz olarak (vicdanın, insanlığın gereği) acilen insanların sağlığı ve esenliği için harcamak gerektiğini kavradılar.

Mesela, Kanada hükümeti 82 milyar dolarlık bir yardım paketinin Kanadalılar için kullanılacağını açıkladı. Kimsenin mağdur edilmeyeceğini açıklayan J. Trudeau, çocuklu ailelere verilmekte olan çocuk yardımının da artırılacağını duyurdu.

İngiltere hükümeti 330 milyar sterlinlik bir paket açıkladı. Tüm özel sektör çalışanlarına evlerinde kalmaları ve en az 3 ay süresince 2 bin 500 Sterlin’e kadar (ki, bu miktar ülke ortalama kişisel aylık gelirinin üzerinde) ödeme yapılacağını açıkladı.

Donald Trump ABD’si bile ücretli hastalık izni, zor durumdaki insanlara gıda yardımı ve koronavirüs testi için mali yardım vaat etti.

A. Merkel’in Almanya hükümeti 750 milyar Avro’luk bir yardım paketini ve 156 milyar Avro’luk ek bütçeyi onayladığı belirtildi. Zaten ciddi sigorta sistemi ve sendikal örgütlenmesi olan ülkede özel sektör çalışanlarının haklarının zayi olmaması için güvenceler masada.

Fransa’da E. Macron, Fransızlara hiçbir şirketin iflas riski altında kalmayacağını söyledi. Macron, şirketlere devlet garantisi adı altında 300 milyar Avro’luk banka kredisi sözü verdi.

Peki, Türkiye’yi yönetenler “Rifat Bey bakıyorum yüzün gülüyor!..”un ötesinde ne yaptı? Bu “diz boyu işsizlik” ortamında, her sabah kalktığında “gidecek bir işi, alacak bir maaşı olduğuna” şükreden milyonlarca insanın muhtaçlık durumunu görmezden gelip onları gözetecek bir önlem düşüneceğine, onca insana bir yandan “Evinde Kal” bir yandan da “Git çalış. Gitmez de işten atılırsan benim yapabileceğim bir şey yok” diyorlar. Dahası, kayıt dışı çalışan milyonlarca emekçinin “ücretsiz izin” kepazeliğine bile sessiz kalmayı tercih ediyorlar.

Daha da açık yazayım: “Kuzunun kurda yem edilmesine” izin veriyorlar.

Yani, hem geçmişteki başarısızlığı gözden kaçırmak ve sistemin haksızlık üzerine kurulu önceliklerini yok saymak hem de bugünün enkazının altından sadece Rifat Bey’i, Bendevi Bey’i, hatta ve hatta muhtemeldir ki “Milletin …… Cengiz Bey”i sağ salim çıkarabilmek için önlemler almak seçeneğinin peşinden koşuyorlar. Ama o beyler, en başta da “dünya taahhüt şampiyonu” beyler (Batı’daki bazı muadillerinin yaptığı gibi) ellerini ceplerine atarak “Üç tane hastanenin araç gerek, teçhizat ihtiyacını” gidermek için o muazzam servetlerinden üç beş milyon (onlar için çerez parasıdır) harcamayı akıllarından bile geçirmezken.

Bu da, bir gün mutlaka geçecek olan bu kriz döneminin “leş kokulu mirası-dönemsel belgesi” olarak kayıtlara geçti bile.

Başka alanlardaki olağanüstü ve akıllara durgunluk verecek hataları ve “foya”ları “defo”ları saymıyorum bile.

Israrla insanlardan bilgi saklamak ve tüm şeffalık çağrılarına kulak tıkamak.

Pek çok bilim insanlarını, Türk Tabipleri Birliği gibi “Durumla doğrudan alakalı en güçlü meslek örgütünü” süreçten dışlamayı da kabul edemiyorum.

Eleştirenleri hemen “bozguncu, hain, terörist” diye yaftalamanın çabası içinde olmak. Ortamı fırsat bilip oraya buraya “kayyım atama” fırsatçılıklarını, insan hakları ihlallerinin diz boyu ölçüsünde sürmesini, hiçbir şey yokmuş gibi “Kanal İstanbul” ihalesi peşinde koşmaları filan da tarih not almakta.

İnsanların en çok morale ihtiyacı olduğu bir dönemde, laik (olduğu varsayılan) bir ülkenin camilerinden her akşam “yatsı”da (adeta ölüm döşeğindeki hastanın başında Kuran okutur gibi) Salavatı Şerife getirilmesini de anlamak mümkün değil. İnsanların inançlarını, bundan kaynaklanan “Yaradana ve dini değerlere sığınma pratiklerini” kendi yüreklerinde ve vicdanlarında yaşaması daha doğru olmaz mı beyler? Hepimize adeta “Gidiciyiz-Gidicisiniz” izlenimi vermenin ne âlemi var?Zaten ölüm oranı diğer ölümcül grip türlerinden daha fazla olmayan bu hastalıkla böyle mi mücadele edeceğiz?

Bilim, akıl ve vicdanın yolundan bu kadar mı sapılır? Bu kadar mı?








ZAFER ARAPKİRLİ İsimli Yazarın Diğer Yazıları