Suriyeli ve Afgan sığınmacıların, her türlü sosyal güvenceden uzak, kayıt altına alınmadan çalıştırılmalarına göz yumulmasının nedeni, rejimin sırtını dayadığı sermayenin ucuz iş gücü ihtiyacının karşılanmasından başka bir şey değil.
AKP Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Özhaseki, Erdoğan yönetiminin Suriyeli ve Afgan sığınmacılar ile ilgili politikasının ardında yatan gerçeği dilinin altından çıkardı:
“Şimdi bazı şehirlerde sanayiyi onlar ayakta tutuyorlar. Gaziantep sanayisine gidin yüz binlerce insan en ağır ve en zor işlerde çalışıyorlar. Kayseri sanayisinde de öyle. İşçi bulamıyorlar, bu adamlar çalışıyor.”
Eski Genel Başkan Yardımcısı Yasin Aktay, bir adım daha ileriye gidiyor:
“Çok önemli bazı yerlerde Suriyelileri çekin, bu ülke ekonomisi çöker.”
Demek ki ülke ekonomisinin “uçtuğu” iddiaları da bir palavradan ibaretmiş, Suriyeli sığınmacılar olmasa ekonomi çoktan çöküp, gidecekmiş de haberimiz yokmuş.
Afgan göçmenlere de uzunca bir süredir çoban açığının ucuza kapatılması amacıyla göz yumulduğu herkesin bildiği bir sır!
Bu yılın başında İstanbul Ticaret Odası ile Cumhurbaşkanlığı Yatırım Ofisi’nin yabancı sermayeye yatırım çağrısı yaparken “ucuz iş gücüne” özel bir vurgu yapmaları da göçün ekonomi–politiğini gözler önüne seriyor.
Suriyeli ve Afgan sığınmacıların, her türlü sosyal güvenceden uzak, kayıt altına alınmadan çalıştırılmalarına göz yumulmasının nedeni, rejimin sırtını dayadığı sermayenin ucuz iş gücü ihtiyacının karşılanmasından başka bir şey değil.
Bugüne kadar bu insan ticaretini “ensar – muhacir” kılıfına sarıp topluma satıyorlardı, belli ki artık buna bile gerek duymuyorlar.
Mehmet Özhaseki, “İnşallah zamanı geldiğinde bir kısmı gider, kalanlar da uyum gösterirler” diyor.
Hükûmetin ucuz işgücü madeni sığınmacılar ile ilgili tek politikası da bu işte: “İnşallah!”
O zamanın hiç gelmeyeceğini, büyük bölümünün burada kalıcı olacağını bilim adamları kaç kere söyledi, araştırmalar kaç kere ortaya koydu, bizler kaç kere yazdık.
Sığınmacı meselesini ciddi bir beka sorunu haline getiren şey de “geri kalanların uyum göstermesinin” nasıl sağlanacağı ile ilgili zaten.
Erdoğan yönetiminin bununla ilgili hiç bir politikası yok.
Büyük çoğunluğu eğitim çağında olan sığınmacı çocuklar içinde eğitim olanağına sahip olanlar dörtte biri bile değil.
Bu çocukların tümünün eğitime ulaşabilmeleri için Erdoğan yönetiminin ne düşündüğünü, neyi hedeflediğini bile bilmiyoruz.
Sığınmacıların geldikleri ülkelerde alıştıkları toplumsal yaşam ile Türkiye’nin toplumsal yaşamı arasında özellikle kadınların toplumsal yaşamdaki yeri açısından uçurumlar var.
Bunun yaratabileceği sorunların neler olabileceğini bile düşünmüyorlar.
Varsa yoksa, ucuz iş gücü!
Kendilerinin yaratmadığı sorunlar nedeniyle vatanlarını terk etmek zorunda kalan bu insanlara kucak açan “ensar” mısınız, köle tüccarı mısınız, söylediklerinize bakınca ikincisi olduğunuzdan kuşku duymamak mümkün değil.
Hedefleri “taşları bağlamak!”
Erdoğan rejimi, “sosyal medyada dezenformasyon yapanlara 1 yıldan 5 yıla kadar hapis ve sosyal medyayı bir süre kullanmamak gibi cezalar getirmeyi” planlıyor.
Bununla ilgili açıklamayı AKP’li Anayasa Komisyonu Başkan Vekili Ali Özkaya yaptı.
Açıklamasında benzer düzenlemelerin Almanya, Fransa gibi ülkelerde de yapıldığını söylemeyi ihmal etmedi.
Tabii Almanya ve Fransa’daki yargı bağımsızlığı konusuna hiç girmemeye de özen gösterdi.
Bizde HSK’nın tüm üyelerini Cumhurbaşkanı ve partisi seçiyor, Adalet Bakanı kurulun üyesi ve başkanı, Bakan Yardımcısı da kurulun üyesi.
Fransa’da Bakan’ın kurulda bulunması bağımsızlığı zedeliyor diye Bakan kuruldan çıkarıldı.
Bunu örnek almıyorlar ama sosyal medyaya ceza getirilmesi söz konusu olduğunda da akıllarına hemen Almanya, Fransa geliyor.
Neyin toplumun huzurunu bozacak dezenformasyon, neyin muhalif görüş olduğunu ayırt edecek bağımsız yargı nerede?
Şu Almanya ve Fransa’yı bir kez de demokratik hakların kullanımı konusunda örnek almaya ne dersiniz?
Öte yandan sosyal medya dezenformasyonu denilince akla ilk gelenler de AKP’nin paralı trol ordusundan başka bir şey de değil.
Böyle bir ülkede, böyle bir kanun çıkarma peşine düşüyorsanız amacınız bellidir: Taşları bağlayıp, malum tipleri salmak!
Çünkü devletlere güvenmiyorlar
Haziran ayındaki AB Zirvesi’nde Türkiye ile imzalanan göçmen geri kabul anlaşmasının yenilenmesi ve Türkiye’deki geçici sığınmacılar için 2024 yılına kadar 3 buçuk milyar Euro yardım yapılması kararı alınmıştı.
AB’nin planına göre Türkiye, Ürdün, Lübnan ve Suriye’deki göçmenler ile ilgili yardımlar hükûmetlere değil, insani projeleri gerçekleştirecek sivil toplum örgütlerine verilecek.
AB’den insani projeler için yardım alacak sivil toplum kuruluşlarından hangisinin “yabancı fonları kullanan casus”, hangilerinin “yardımları yerine ulaştıran STK” sayılacağını şu anda bilmiyoruz, ama tahmin edebiliriz.
İktidara yakın olanlar hayırsever olacak, diğerleri casus ilan edilecek.
Öte yandan AB’nin bu yardımı neden STK’lara vereceği sorusunun yanıtı da Türkiye, Ürdün, Lübnan ve Suriye devletlerini yönetenler için utanılacak bir yanıt.
AB, bu hükûmetlere güvenmiyor!
AB biliyor ki bu parayı bu yönetimlere verirlerse, paranın nereye harcandığından emin olamayacaklar ve denetleme imkânı da bulamayacaklar.
Oysa STK’ların aldıkları fonları doğru yere harcayıp, harcamadıklarını denetlemek daha kolay.
Onun için parayı, hükûmetlerin elinin uzanamayacağı bir yerlere vermek peşindeler!
Onlara haksızsınız diyebilir miyiz?
Kendi ülkemizde, vatandaşlardan toplanan yardım paralarının bile nereye harcandığının hesabını vermeyen hükûmet, AB fonlarına ne yapmaz?
Bu coğrafyanın devletleri için ne kadar acı bir tablo.