Bu iktidarın enflasyon, döviz rezervi gibi konularda da kanıtladığı "sayıları yönetme becerisi" mi, Sağlık Bakanlığı'nın salgını idare etmekte gösterdiği olağanüstü başarı mı?
Sağlık Bakanlığı'nın yayınladığı Covid-19 istatistiklerini günlük olarak izliyorsanız, bir mucizeye tanıklık ettiğinizi söyleyebilirim.
Ağustos ayının ikinci yarısından bugüne kadar gelen bir zaman süreci içinde Türkiye'ye ait veriler, bir grafik üzerine yerleştirildiğinde, hafif bir yükseliş de görülüyor ama haftalık düzeyde bakarsanız düze yakın bir çizgi izliyor.
Ani iniş, çıkışlar yok.
Son 1 aydır da her gün neredeyse eşit sayıda test yapılıyor, bu testlerin sonucunda hasta çıkanların sayıları günü gününe birbirine çok yakın çıkıyor, her gün neredeyse eşit sayıda hasta iyileşiyor, her gün birbirine yakın sayıda vatandaşımızı da toprağa veriyoruz.
Oysa mesela Birleşik Krallık grafiğinde böyle bir durum yok. Yunanistan'da da böyle. Federal Almanya'da da...
Nasıl oluyor da böyle oluyor, bilmiyorum.
Aşılanma durumuna bakıyorum, nüfusu bizimkine yakın Avrupa ülkelerinden daha iyi durumda değiliz.
İki doz aşı olmuş vatandaşlarımızın sayısı 50 milyon civarında.
Hastalığın yayılmasını önleyecek sıkı kurallar da uygulamıyoruz.
Henüz aşı zorunluluğu getirilmemiş olan Avrupa ülkelerinde, mesela Almanya'da ya da komşumuz Yunanistan'da aşısız olarak insanların topluca bir arada bulunduğu lokanta, stadyum, otel vs. gibi yerlere girebilmeniz mümkün değil.
Aşı kartınız yoksa, sokaklarda, parklarda serbestçe gezebilirsiniz, hepsi o kadar.
Yakında bu ülkelerin çoğunda aşının mecburi olması da gündemde.
Bulaşıcılığı daha fazla olan Omicron varyantının yayılmasını önlemek için toplu ulaşım araçlarında, istasyonlar ve havaalanlarında cerrahi maske de yetmiyor, FFP2 maskesi takmak zorunluluğu var.
Buna rağmen bizimkisi kadar kontrollü rakamlara da ulaşamıyorlar.
Bu iktidarın enflasyon, döviz rezervi gibi konularda da kanıtladığı "sayıları yönetme becerisi" mi, Sağlık Bakanlığı'nın salgını idare etmekte gösterdiği olağanüstü başarı mı?
*******
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın talebi üzerine "bağımsız bir Türk mahkemesi" (İstanbul Anadolu 3. Sulh Ceza Hâkimliği) CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'nun 11 Şubat 2020 günü TBMM grup toplantısında yaptığı konuşma ile ilgili habere erişim yasağı getirdi.
Konuşmanın konusu, "FETÖ'nün siyasi ayağı" meselesi.
CHP lideri bu konuşmasında "devleti FETÖ'ye teslim eden kişinin adı Recep Tayyip Erdoğan'dır" demiş, mahkeme de bu sözlerin Erdoğan'ın kişilik haklarını zedelediği gerekçesiyle erişim engeli getirmiş.
Tuhaf bir durum.
Bizzat Erdoğan'ın kendisi "ne istedilerse verdim" diyerek "rabbim ve milletim beni affetsin" dememiş miydi?
Haydi diyelim ki mahkeme Erdoğan'ın bu itirafını geçersiz kabul etti.
Peki millet adına egemenliği kullanan parlamentonun çatısı altında yapılan bir konuşmanın suç olduğuna nasıl karar verebildi?
Kürsü dokunulmazlığını yok saymak, bir mahkemenin haddi midir?
Bununla da kalmıyor tabii.
Eski CHP Milletvekili Zeynep Altıok'a da bir sosyal medya paylaşımı nedeniyle 11 ay 20 gün hapis cezası verildi.
Mahkemenin gerekçesi, "Cumhurbaşkanı Erdoğan'a hakaret" edilmesi.
O mesajlardan nasıl olup da hakaret sonucu çıkarılmış, gerçekten ilginç.
Bitmedi tabii.
CHP'nin Sezgin Baran Korkmaz ile ilgili olarak hazırladığı "SaBıKa Holding" isimli broşür nedeniyle de 7 parti üyesi "Cumhurbaşkanı'na hakaret" gerekçesiyle başlatılan soruşturmada ifade verdiler. Bugün yarın davanın açıldığı haberini de okuruz.
FETÖ'nün Siyasi Ayağı isimli kitapçık nedeniyle CHP Yöneticisi Gökçe Gökçen'in yargılanması da devam ediyor.
Bu hızla gidilirse memlekette "Erdoğan'a hakaret" ettiği gerekçesiyle yargılanmayan muhalif politikacı kalmayacak gibi görünüyor.
Sade vatandaşların bu gerekçeyle yargılanmalarına, gece yarıları evlerinden alınıp, karakollara götürüldüklerine artık alıştık sayılır.
Ancak bu suçlamanın siyasi parti faaliyetlerine ve hatta TBMM konuşmalarına kadar varması ciddi bir tehlikeye işaret ediyor.
Anayasa'ya göre siyasi partiler, demokratik hayatımızın vazgeçilmez unsurları ve siyasi propaganda yapmak engellenemez bir hak.
Şimdi bu hak yok sayılıyor ve bu mahkemeler eliyle yapılıyorsa bu Anayasa'ya ve siyasal özgürlüklere karşı bir darbe girişimi değil midir?
Böyle bir ortamda, serbest ve adil bir seçim nasıl yapılacak?
Rejim, kaybedeceğini bugünden gördüğü bir seçime karşı darbe hazırlığı içinde mi?
***********
Siyasal İslamcılar iş başında
Milli Eğitim Şurası toplandı ve tam 128 tavsiye kararı aldı.
Bu "128" sayısı, acaba subliminal bir gönderme midir" diye sormakta haklı olabilirsiniz.
Çünkü bir önceki Milli Eğitim Şurası kararlarını saydım 184 karar alınmış.
Şimdi 128 rakamını yeniden gündeme sokarak ne yapmak istiyorlar?
Yandaş medyanın "Hafiyesi Mahmutları" eminim ki bunun ardındaki nedenleri şıp diye bulacaklardır.
Kararların sayısının bir öncekinden az olmasına bakarak "Şura bu yıl dalga geçmiş, iyi çalışmamış" sonucunu çıkarmak da mümkün tabii.
Şura'nın bu yıl aldığı kararlardan biri de 4 – 6 yaş arasındaki (okul öncesi yaş) çocuklara da dini eğitim verilmesi.
Milli Eğitim Bakanı "burada alınan her kararı bakanlık olarak benimsediğimiz, reddettiğimiz veya kabul ettiğimiz anlamına gelmiyor" diyerek top çevirdi.
Bu önerinin pedagoji bilimine ters olduğunu söyleyebilirdi, söylemedi.
"Hayır, böyle bir konu gündemimizde yok" diyemedi.
Seçime doğru tarikatlara şirin görünmek için bu kararı uygulama yoluna girmeyeceklerinin bir garantisi yok.
Unutmayalım ki bu iktidar, İstanbul Sözleşmesi'nden sadece o grupları tatmin edebilmek için çıktı.
Sadece o grupları tatmin edebilmek için çocuk yaşta evlendirilen kızların tecavüzcü kocalarına af çıkarmak peşinde.
Bütün eğitim sistemini dini eğitim üzerine inşa etmeye çalışan bir iktidarın, küçük çocukların ruhsal gelişmesini önemseyeceğini de hiç düşünmeyin.
İmam hatiplerin orta kısımlarını açabilmek için 4+4+4 sistemini icat ederlerken 66 aylık çocukları zorla okula göndermeye kalktıklarını unutmayalım.
Bu karar "bir iki siyasal İslamcının hezeyanı" denilip, geçilecek bir karar değildir.