Son seçimde ev kadınlarının yüzde 60'ı Erdoğan'a oy vermişti. Ancak bazı araştırmalar İslami radikalizme alan açmasının Erdoğan’ın kadın seçmeninin 10 puan kadar azalmasına yol açtığını gösteriyor. Yani YRP ve HÜDA PAR'ın ittifaka alınmasıyla kazanılacağı varsayılan oydan daha fazlasını kaybedebilir
Türkiye'de 36 haber kanalı 24 saat haber yayınlıyor.
"Haber" dediysem yayınladıkları "şeyleri" böyle tanımladıkları içindir.
Bir yayın organının maliyet kalemleri arasında en büyük olanı "haber" için ayrılan bütçedir.
Bu 36 "haber" kanalının ezici çoğunluğunun ise böyle bir bütçesi yok.
Önemli bölümü siyasi iktidarın nimetlerinden yararlanabilmek amacıyla başka işler için faaliyet gösteren bir mülkiyet yapısına sahip.
Burada "siyasi iktidar" derken sadece merkezi iktidarı kastetmiyorum, yerel siyasi iktidarların "iş yaratma" gücünü küçümsemeyin; sonuç olarak olay 80 küsur milyonluk dev bir ülkede geçiyor!
Onun için pahalı olan habere yatırım yapmak yerine daha ucuz olana yönelmeleri kaçınılmaz ve nitekim öyle de oluyor.
Haber kanalları sürekli "konuşan kafalarla" dolu ve anlatıp duruyorlar.
Arada bir o kafaların arasına benim de katıldığım oluyor ama bu işi meslek haline getirmiş "kafalar" var ve bazı "kafalar" sadece bir tek kanalda değil, neredeyse her gün başka bir kanalda karşımıza çıkabiliyorlar.
Böyle bir ülkede televizyon izleyicilerinin de artık her şeyi yalayıp yutmuş olması gerekir.
Bizim ülkemiz özelinde ise bütün vatandaşların her türlü duruma ve olaya vakıf olduklarını varsaymamız gerekir çünkü halkımızın yüzde 92'si haberleri televizyondan aldığını söylüyor.
Bu söz konusu olamıyor çünkü konuşan kafaların programlarının amacı bir olayı, bir durumu, bir gelişmeyi açıklamaktan ziyade karşılıklı bir gürültü yaratmak.
Onun için de hem her şeyi biliyoruz hem de hiçbir şeyden haberimiz yok.
Gündemden inmiyor
Mesela son günlerin gözde konusu 6284 sayılı kanun!
Açık adı ve soyadıyla: Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun!
Bu kanun 8 Mart 2012 tarihinde TBMM'de kabul edildi, cumhurbaşkanı tarafından onaylandıktan sonra 20 Mart 2012 tarihinde yürürlüğe girdi.
25 maddeden oluşuyor ki son beş maddesi yürürlük ile ilgili hükümler, esasa yönelik değil.
Bir de 48 maddeden oluşan "uygulama yönetmeliği" var, kanunun Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı tarafından yürütüleceğini hükme bağlıyor.
Kanunun 1. maddesi amacını açıklıyor:
"Şiddete uğrayan veya şiddete uğrama tehlikesi bulunan kadınların, çocukların, aile bireylerinin ve tek taraflı ısrarlı takip mağduru olan kişilerin korunması ve bu kişilere yönelik şiddetin önlenmesi amacıyla alınacak tedbirlere ilişkin usul ve esasları düzenlemek."
Kanunun uygulanmasında dikkat edilecek hususlar da belirtilmiş:
"Şiddet mağdurlarına verilecek destek ve hizmetlerin sunulmasında temel insan haklarına dayalı, kadın erkek eşitliğine duyarlı, sosyal devlet ilkesine uygun, adil, etkili ve süratli bir usul izlenir. Şiddet mağduru ve şiddet uygulayan için alınan tedbir kararları insan onuruna yaraşır bir şekilde yerine getirilir. Kadınlara yönelik cinsiyete dayalı şiddeti önleyen ve kadınları cinsiyete dayalı şiddetten koruyan özel tedbirler ayrımcılık olarak yorumlanamaz."
Bu kanunun çıkarılmasının nedeni İstanbul Sözleşmesi olarak bilinen ancak daha sonra Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın tek taraflı kararıyla çekildiğimiz Avrupa Konseyi Sözleşmesi hükümlerinin uygulanması.
Hatırlarsınız o tarihte bu kararı savunan AKP sözcülerinin sığındıkları liman da 6284 sayılı kanunun varlığıydı. İstanbul Sözleşmesi'nden çıkılmasının bu kanun nedeniyle bir eksiklik yaratmayacağını savunuyorlardı.
*********
YRP'nin şartları
Bu kanunun yeniden gündemimize girmesi ve tartışma konusu olmasının nedeni Yeniden Refah Partisi'nin (YRP), Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) öncülüğündeki Cumhur İttifakı'na katılırken öne sürdüğü şartlar.
YRP bu kanunun "aile bütünlüğüne tehdit oluşturduğuna" inanıyor.
Sadece YRP değil, adını bildiğimiz tarikatların hemen hepsi ve Hizbullahçı HÜDA PAR da bu kanuna "aile bütünlüğünü bozacak" bir şer metni gözüyle bakıyor.
Kanunu ve uygulama yönetmeliğini okuduğunuzda aklınıza şu gelebilir: Bu insanlar eşlerini, çocuklarını rahatça dövebilmek için mi bu kanuna karşılar?
Hayır, kuşkusuz ki öyle bir niyetleri yok.
Yani "bırakın karılarımızı istediğimiz gibi dövelim" demiyorlar.
Erkek ile kadının bir olmadığına, eşit yaratılmadıklarına inanıyorlar.
Bu eşit olmama halinin, bazı durumlarda erkek tarafından kadının cezalandırılması sonucu yaratabileceğini ve kadınların da bu duruma katlanmaları gerektiğini düşünüyorlar.
Oysa bu kanun, şiddete uğrayan kadının gerekirse evini terk edebilmesine, kendisine bir sığınma evi bulabilmesine, gerekirse polis tarafından korunmasına ve boşanmaya varan hukuki sonuçlara yol açabiliyor.
İstedikleri şey eşlerini canları her çektiğinde dövmek olmasa bile böyle bir durumda kadının hemen isyan ederek, evliliği bozmaya kalkışmasına zemin yaratmamak.
Bunda da en büyük dayanakları Kuran-ı Kerim'deki Nisa Suresi'nin 34'üncü ayeti.
Bu ayetin Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından yayımlanan meali şöyle:
Dayağın teorisi!
"Allah'ın, (iki cinse) birbirinden farklı özellik ve lütuflar bahşetmesi ve mallarından harcama yapmaları sebebiyle erkekler kadınların yöneticisi ve koruyucusudurlar. Sâliha kadınlar Allah'a itaatkârdır; Allah'ın korumasına uygun olarak, kimsenin görmediği durumlarda da kendilerini korurlar. (Evlilik hukukuna) baş kaldırmasından endişe ettiğiniz kadınlara öğüt verin, onları yataklarda yalnız bırakın ve onları dövün. Eğer size itaat ederlerse artık onların aleyhine başka bir yol aramayın; çünkü Allah yücedir, büyüktür."
Ayetin "dövün" emrinin nasıl uygulanacağına ilişkin farklı yorumlar var.
Diyanet'in kabul etiği de dâhil olmak üzere bazı mütefessir, burada sözü edilen "dövün" kelimesinin, günlük hayatta anladığımız anlamda olmadığını söylüyor.
Peygamber'in kadınları dövenlere "hayırsız" dediğine dikkat çekiyor.
Kadının yüzünde ve vücudunda iz bırakmayacak düzeyde, kaba etlerine filan vurularak dövülmesini önerenler de var. Dövme eyleminin yumuşak bir maddeyle (mesela sopa ile değil, yumuşak bir yastıkla) uygulanması gerektiğini düşünen de!
Her şeyde olduğu gibi bu konuda da aşırı görüşler var, onlar şiddetin derecesi ne olursa olsun devletin, karı ile koca arasına giremeyeceğini, girmesi halinde "kadınları yönetme görevi verilmiş erkeklerin" bu görevlerini yerine getiremeyeceklerini savunuyorlar.
Yöntem farklılıkları da olsa amaç aynı: Her dayak yiyen kadın devletten koruma alamasın. "Aile birliğinin bozulması" dedikleri şey bu.
Kadın kocasına sessizce boyun eğerse, dediklerinden çıkmazsa bir süre sonra her şey yoluna girer ve evlilik birliği devam eder. Böyle düşünüyorlar.
"Süresiz nafaka" uygulamasına karşı çıkmalarının da nedeni bu.
Süresiz nafaka uygulamasının kadınların kolayca boşanma kararı alabilmesine olanak yarattığı kanısındalar.
Nafaka alamayacağını düşünen kadının, evdeki duruma katlanabileceğine ve eşini kızdırmayacak bir pozisyona çekileceğine inanıyorlar.
Bu nedenle mahkemenin nafaka kararı verirken, belli bir süre koyması gerektiğini ve bunun da çok uzun bir süre olmaması gerektiğini savunuyorlar.
Bu düşüncede olanların sadece aşırı İslamcı çevreler olduğunu da zannetmeyin.
AKP tabanındaki mütedeyyin diye tanımlanabilecek insanlar da böyle düşünüyor olmalılar ki hiçbir AKP yöneticisi, YRP'nin bu isteklerine ilk anda karşı çıkan Özlem Zengin ve Aile Bakanı'nın arkasında durmadı.
Belli ki onların zihni arka planlarında da kadınların eşleri tarafından gerekli görüldüğünde dövülebileceğine/cezalandırılabileceğine ilişkin bir inanç var ve bu inanç, kökenini kadın-erkek eşitliğinin "fıtrata aykırı" olmasından alıyor.
Nitekim AKP'li üst düzey iki kadın politikacı da bu konuda bir daha ağızlarını açmadılar. Belli ki yukarılardan gelen bir ses, bu konuda daha fazla konuşmalarını engellemişti.
Eşitlik değil eş...
Erdoğan da geçmiş konuşmalarında kadına uygulanan şiddetin asla kabul edilemeyeceğini söylese de gerçek fikrini şu sözlerle açıklamıştı:
"Kadınların ihtiyacı olan, eşitlikten ziyade eş değer olabilmektir."
Oysa son cumhurbaşkanlığı seçiminde 18-75 yaş arasındaki ev kadınlarının yüzde 60'ı Recep Tayyip Erdoğan'a oy vermişti.
Altınbaş Üniversitesi Toplumsal Cinsiyet Eşitliği ve Kadın Çalışmaları Merkezi Müdürü Zeynep Banu Dalaman, o tarihte yaptığı bir yorumda bunun nedenini "endişeli muhafazakârlık" olarak açıklamıştı:
"AK Partili kadınlara ‘Durumunuzdan memnun musunuz?' diye sorduğunuzda, aslında çok da memnun olmadıklarını anlıyorsunuz. ‘Geçim sıkıntım var, çocuklarım iyi eğitim alamıyor' diye şikâyet ediyorlar."
Buna rağmen kadınların Erdoğan'ı neden tercih ettikleri şöyle açıklanıyordu:
Erdoğan kaybederse, kızlarının başörtüsüyle liseye, üniversiteye alınmayacağından, öğretmen, polis olmalarının geçmişte olduğu gibi engelleneceğinden endişeliler. Bu endişe, patatesin fiyatındaki artışın yarattığı rahatsızlığı bastırıyor. Kısacası ev kadınlarının oy verme davranışını ekonomik tercihler değil, yaşam tarzıyla ilgili endişeler belirliyor.
Erdoğan da sanırım en çok buna güveniyor.
Ancak bazı araştırmalar, İslami radikalizme alan açmasının Erdoğan'ın kadın seçmeninin 10 puan kadar azalmasına yol açtığını da gösteriyor.
Yani YRP ve HÜDA PAR'ın ittifaka alınmasıyla kazanılacağı varsayılan oydan daha fazlasını kaybedebilir.
Üstelik bu kez kadın seçmenin önünde Kılıçdaroğlu'nun "helalleşme" talebi ile "başörtüsünün güvencesi benim" teminatı da var.
Millet İttifakı'nın diğer ortakları, SP, İYİP, GP ve DEVA da bu konuda endişe duyan kadınlar için ayrı bir güvence.
Bu seçimin yanıtı merakla beklenen sorularından biri de bu olacak: Kadınlar AKP'yi ve Erdoğan'ı terk edecek mi?
Son seçimde kadın seçmen sayısı erkek seçmen sayısından yaklaşık 700 bin kişi fazlaydı, bunu da unutmayalım.
Ve bu tür her konuda olduğu gibi milletin cahilliğinden yararlanmak isteği de İslamcı radikallerde açıkça görülüyor.
Kanunun eşcinselliği özendirip teşvik ettiği, kanuna karşı çıkanların ileri sürdüğü tezlerden biri.
Oysa kanunda bu konu hiç geçmiyor, tek bir kelimeyle bile!
Mehmet Y. Yılmaz'ın bu yazısı, Oksijen gazetesinden alındı.